Çatlaktan sızan değişim

Jean-Paul Didierlaurent, yaşamın tekdüzeliği ve mekanikliği içinde silikleşip sinik bir hayat süren insanın, renkli ve küçük eylemler tertipleyerek başkaldırmasına yoğunlaşan bir yazar. Başka bir deyişle var oluşuna anlam katmaya uğraşarak ve kendine benzeyenlerle yan yana gelerek yaşadığını anlayanların hikâyelerini anlatırken öznelerin nasıl nesneleştirildiğine dikkat çekiyor. Kısacası ötekileştirilenlerin ve ıskartaya çıkarılanların öyküleriyle buluşturuyor bizi. 6.27 Treni böyle bir kitaptı.

Didierlaurent, Çatlak’ta da benzer bir yoldan gidiyor; tekdüze yaşamından kaçıp kendini bulmaya uğraşan, evi ve işi arasında mekik dokurken duvarda gözüne çarpan çatlak sayesinde yaptığı ve yaşadığı her şeyi sorgulamaya başlayan Xavier Barthoux’yla yüzleştiriyor okuru.

BİRBİRİNE KARIŞAN İÇ VE DIŞ SESLER

Didierlaurent, Xavier aracılığıyla bize iki hayattan bahsediyor: İlki düz çizgide seyreden, ikincisi Xavier’nin rastladığı çatlaktaki gibi sürpriz ve belirsizliklerle dolu olan. Biri çok mutlu olduğumuzu sandığımız, diğeri aslında o kadar mutlu olmadığımızı bize gösteren iki hayat…

Çatlak, Jean-Paul Didierlaurent, Çeviren: Mehmet Moralı, 224 syf., Can Yayınları

Xavier’nin denk geldiğinde takılıp kaldığı çatlak, önceden dikkate almadığı ya da sumen altı ettiği gerçekleri görmesini sağlayan bir işaret fişeğine dönüşüyor âdeta. Yapılanlar, yapılması gerekenler ve yapılması doğru bulunmayanlar arasındaki dengeyle kurulan düzen karşısında konumlanan kaos ikileminin gölgesi Xavier’nin yaşamının ve hareketlerinin üzerine düşüyor. Duvardaki çatlak ise önceki ve yeni yeni adım attığı yaşamı arasındaki gerilimin simgesi âdeta: “Tahtanın üzerinde bir ekmek onu bekliyordu, onarılacak bir duvar, sökülecek asma, kapatılacak bir çatlak, diğer bir deyişle ezbere bildiği ve onu da ezbere bilen bahçecilik sorumlularına göbekli cüceler ve zafiyet geçiren prensesler temin etmekten çok daha acil bir görev. Sürekli aynı yolları kat etmekten, aynı mağazalarla ilişki kurmaktan, aynı restoranlarda oturmaktan, yorgunluğunu aynı otel odalarında atmaktan bıkmıştı. Ardı ardına aynı sahnenin oynandığı randevularla geçen o günlerden gına gelmişti. Elinde sipariş fişleri, kolunun altında içinde yeni modellerin bulunduğu kutular, reyon sorumlusunu bulmak, kaymak kâğıdından şık katalogları açmak ve bin kez prova edilmiş bir söylevi tekrarlamak ve tüm bunları sahte bir hevesle ve en sıcağından bir gülümsemeyle gerçekleştirmek. Hâlbuki bir zamanlar bu işi seviyordu, bir satış noktasından diğerine uçmak ve her engeli karşı konulmaz ticari savlarla yıkmak. Ama içinde bir şeyler kırılmıştı. Artık içinden gelmiyordu, görüşmelerini kendi kendisinin seyircisi olarak izliyordu ve gördükleri de hoşuna gitmiyordu. Kötü bir madrabaz, işte buna benziyordu. Şu anda artık ona destek olmayan bir tiyatronun sahnesinde repliklerini inanmadan savuran sefil bir oyuncu.”

Duvardaki çatlak, Xavier’nin iç sesini ve dışarıdaki sesleri birbirine karıştırıyor. Üstelik, satışını ve pazarlamasını üstlendiği cüceler de onunla konuşmaya başlıyor bir noktadan sonra. Böylece varoluşçu çizgide ilerleyen hikâye, bir yanıyla fantastik bir hâle geliyor.

Sürprizlerin paranteze alındığı, senaryo gibi yazılmış ve sahnelerin art arda sıralandığı bir var oluş ile bunun dışında bir yaşam arasındaki gerilimi enikonu hisseden Xavier çıkış yolu arıyor. Meşgul olması gereken çatlak onu tesadüflere ve izlemesi için işaretlere çağırıyor. Diğer bir ifadeyle yaşamının ritmini değiştiren çatlağın sesi, günden güne büyüyüp güçleniyor.

‘UNUTMAKTAN DA KÖTÜSÜ VAR…’

Xavier’nin karşılaştığı çatlak, hem gerçek hem de bir metafor olarak beliriyor önümüzde. Duvarda ve çalıştığı şirketin ürettiği cücelerdeki çatlak gerçek, Xavier’nin yaşamındaki ise metafor: Eşini ve işini, öyle sandığı kadar sevmediğini gösteriyor ona, sattığı cücelerden akıl ve fikir almasını sağlıyor, dahası düştüğü ya da debelendiği yaşamın dışına itiyor onu. En sonunda ise çatlaktan açılan bir yola çıkıp Yeni Zelanda’ya ulaşıyor ve önceki yaşamında yapmadığı, düşünmediği her şeyle yüzleşiyor. Bir anlamda fantastik bir hamleyle gerçek yaşamla buluşuyor: Xavier’nin tekdüze yaşamının yerini, kaosun hâkim olduğu ve zihnini allak bullak eden yenisi alıyor. Sıradanlıktan kurtuluyor; kendine çizdiği, kendisine çizilen ve hapsolduğu sınırları aşan Xavier, hem kendisini hem de okuru şaşırtan hakikatlerle ve benliğiyle yüzleşiyor. Değişimin ve dönüşümün mutluluğunu ve kaygısını yaşarken bazı gerçeklerin farkına varıyor: “Xavier unutmuyordu ama unutmaktan da kötüsü vardı. Anıları çürümüştü, tüm renkleri kaybolmuştu. Aile portresinde olduğu gibi yalnızca üzerlerindeki yün topaklarını kusursuz bir netlikte anımsıyordu. Bir süredir, yaşamı yalnızca her şeyin, her kişinin görüntüsünü kırıp yalnızca çirkinliklerini gösteren bir prizmadan görebiliyordu.”

Didierlaurent, Çatlak’ta görünenlere ve görünenin ardındakilere dair, kimi anlarda hayli naif kimilerinde ise metaforlarla ve şifrelerle yüklü bir dönüşüm ve değişim hikâyesi anlatıyor. Gerçeklerin ve fantastik öğelerin, kaygı ve sorgulamaların birbirini izlediği romanda, küçük bir çatlağın gerisinde hayli büyük bir gedik ve anlam barındırdığını gösteriyor bize. Daha doğrusu barındırabileceğini hatırlatıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir