Sadık Çelik yazdı: Kılıçdaroğlu’nun asıl hatası

Türkiye’nin yeni dönemde karşılaştığı çetrefil sorunlar ve siyasi tartışmalar giderek karmaşıklaşıyor. Bir yandan CHP, tarihi başarılar ve büyük hayal kırıklıkları arasında sıkışmış durumda. Diğer yandan ülke Kürt meselesiyle ve dünyayla birlikte de Suriye kriziyle, ulusal ve bölgesel güvenlik sorunlarıyla boğuşuyor. Aslında bu yazıda genel olarak belediyeler meselesini ele almak istiyordum ama ne yerel yönetimleri ne de herhangi bir siyasi partiyi ülkedeki ve coğrafyamızdaki genel sorunlardan bağımsız düşünüp ele almak mümkün olmuyor.

O nedenle bu yazıda İstanbul’dan başlayarak, yerel sorunlardan uluslararası krizlere uzanan geniş bir spektrumda ilerleyeceğiz.

***

Kent lokantaları, kreşler…

Kent lokantaları ve kreşler gibi hizmetler, İstanbul halkına sunulduğunda yüzeyde oldukça çekici görünse de bu tür hizmetlerin erişim ve yeterlilik açısından gerçek bir fayda sağlaması güçtür ve sosyal dışlanmışlık durumlarını göz ardı eder. Örneğin, kent yoksulları, evsizler ve diğer marjinalleşmiş gruplar, genellikle toplumsal kabul ve dış görünüş normları nedeniyle bu hizmetlere erişmekte zorlanırlar. Bu insanların, çoğu zaman düzgün giyimli olmamaları veya toplumsal beklentilere uymayan dış görünüşleri sebebiyle lokantalara girmeleri bile mümkün olmaz. Bu durum, sosyal adaletsizliğin sadece ekonomik boyutlarını değil, aynı zamanda kültürel ve simgesel kapitalin eşitsiz dağılımını da yansıtır.

Velev ki bu bireyler içeri girdi ve bir kereye mahsus karnını doyurdu diyelim… Burada temel mesele geçici çözümler yerine onlara kalıcı bir barınak ve hayatlarını sürdürebilmelerini sağlayacak yapısal desteklerin sunulmasıdır. Kentte yaşayan bu insanlar için özellikle banklarda, metrolarda geceyi geçirirken, ölümü beklemekten başka çare kalmamıştır. Bu noktada yerel yönetimlerin sosyal politikaları, sadece kısa vadeli çözümler sunmak yerine, bu bireylerin yaşam koşullarını iyileştirecek sürdürülebilir ve kapsayıcı stratejiler geliştirmesi gerekmektedir.

Kentsel yoksulluğun ve evsizliğin, bireysel başarısızlıkların bir sonucu değil, toplumsal yapıların ve ekonomik sistemlerin bir ürünü olduğu anlaşılmalıdır. Kentler, çeşitlilik ve fırsatlar sunarken, aynı zamanda derin sosyal ayrımları ve eşitsizlikleri de içinde barındırır. Bu nedenle, sosyal dışlanmayı aşmak ve herkes için adil bir toplum yaratmak adına, politika yapıcıların bu yapısal sorunları ele alması ve toplumun en savunmasız üyelerine gerçekten yardımcı olacak çözümler üretmesi şarttır.

Sözün özü; belediyenin kent lokantası ya da kreş açmaktan çok daha önemli görevleri var. Kentle ilgili hayatın akışını bozan, yaşamın devamlılığını tehdit eden sorunlara kalıcı çözümler üretmek ve bunları hayata geçirmek gibi…

  • Örneğin İstanbul için en büyük tehditlerin başında ne geliyor? Susuzluk değil mi? Peki neden önümüzde, yıllardır çözüm bulunamayan koca bir Melen Barajı sorunu var? İkinci dönemine girmiş bir belediye olarak, artık somut, elle tutulur adımlar atılması gerekmiyor mu… Suçu ve sorumluluğu sağa sola atıp durmak yerine, popülist söylemlerde tıkanıp kalmak yerine, örneğin Devlet Su İşleri üzerinde baskı kurmak gibi, acil eylem gerektiren bu soruna karşı kitleleri harekete geçirmek, işin peşini bırakmamak gibi daha somut politikalar neden geliştirilmiyor? Susuzluk tehlikesiyle ilgili hangi adımlar atılıyor? İktidara yapmadıkları için kızıp kafa tutmak yerine hayata geçirdiğin hizmetlerle, gerçekleştirdiğin eylemlerle kafa tutmak daha işlevsel çözümlere ulaştırmaz mı… Konuşmak ve popülizm yapmak dışında eyleme ne kadar geçiliyor?
  • Sonra İstanbul, hala pek çok yolun köstebek yuvası olarak faaliyet gösterdiği, lögar kapaklarının tehlike saçtığı bir şehir… Altyapı bakımından ciddi ve sürekli yatırımlara ihtiyaç duyuyor. Kentin kronikleşmiş trafiği, giderek artan bir tür sıkışmış karmaşaya sebep oluyor. Her gün daha da kötüleşen bu durum, şehir sakinlerini canından bezdirmiş durumda. Şehrin ana arterlerinin genişletilmesi ve daha işlevsel hale getirilmesi artık hayati önem taşıyor. Uzun yıllardır çözüm bekleyen bu sorun, adeta kentin nabzını yavaşlatıyor…
  • Aşiyan’da yaşanan ve hala cesetleri bulunamayan kardeşlerin trajedisi, kıyı şeridinde gerekli güvenlik önlemlerinin alınmamasının acı bir sonucu. Onların katilleri, dünden bugüne bu kenti, bu ülkeyi yönetenler… Kilometrelerce uzanan kıyı şeridi boyunca uyarı levhalarının bulunmaması, dip çekimi ve güçlü akıntılar konusunda hiçbir bilgilendirici tabelanın olmaması kabul edilemez. Bu tür temel güvenlik önlemleri neden ve nasıl hala hayata geçirilmiyor?
  • Park ve bahçelerin bakımı, özellikle yaşlı ve kurumuş ağaçlar nedeniyle önemli bir sorun… Bu ağaçlar, kırılma riski taşıyor ve tehlike yaratıyor. Ağaçların yenilenmesi ve düzenli bakımı gerekiyor ancak bu işlemler için yeterli bütçe ayrılmıyor.
  • İstanbul’un altyapısının mevcut yükü karşılayamaması da ayrı ve çok önemli bir sorun. Sözen döneminden kalma altyapı sistemleri, şehrin bugünkü 20 milyonluk nüfusunu desteklemekte yetersiz kalıyor. Alibeyköy ve Ayamama derelerinin hali, Basın Ekspres yolu ve Küçükçekmece gibi bölgelerde yaşanan taşkınlar… Hepsi söz konusu yetersizliğin emareleri.
  • İstanbul Bayrampaşa’da bulunan sebze ve meyve hali, Bedrettin Dalan döneminde yapılmış olup, günümüzde 20 milyonluk İstanbul nüfusuna hizmet vermek için yetersiz kalıyor. Halde yaşanan altyapı problemleri, ulaşım zorlukları ve mevcut alanın darlığı, hem esnafı hem de alışveriş yapan vatandaşları ciddi şekilde zorluyor. Bu durum, İstanbul’un büyüyen ihtiyaçlarına cevap vermek adına halin kapsamlı bir şekilde yenilenmesini ve acil yatırımlar yapılmasını gerektirmektedir. Bu yenileme hem altyapının güçlendirilmesini hem de daha geniş ve işlevsel bir ticaret alanı oluşturulmasını kapsamalıdır.
  • Sonra İstanbul İmar Yasası… Özellikle Sarıyer gibi bölgelerde, güncellemelerin eksikliği nedeniyle ciddi sorunlara yol açıyor. Mevcut Boğaziçi İmar Yasası ve öngörünüm düzenlemeleri, 12 Eylül darbesinin mirası olarak adaletsizliklerle dolu bir yapıya sahip. Bu durum, adalete ve hukuka saygılı davranan vatandaşların çivi çakmasına izin vermez, elini kolunu bağlarken, “işini bilenler”, gözü açık olanlar, kuralları esnetenler ise istediklerini yapabiliyor. Bu yasaların, adalet ve eşitlik ilkelerine uygun şekilde yeniden şekillendirilmesi şarttır. Gelişigüzel yapılaşmanın önüne geçilmesi ve tüm şehir sakinlerine eşit imkanlar sunulması için bu yasal düzenlemelerin gözden geçirilmesi gerekiyor.
  • Marmara Denizi müsilaj kriziyle cebelleşiyor ve kıyıdaki, İstanbul, Tekirdağ, Bursa, Çanakkale gibi büyük şehirler biyolojik arıtma tesisleri kurma noktasında yetersiz kalıyorlar. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yedi il belediyesine ileri biyolojik arıtma tesisleri kurma ve bu alana yatırım yapma konusunda yaptığı uyarılar var. Ancak, bu önemli sorumluluk, uyarılar gelmeden çok önce ele alınmalıydı. Yerel yönetimlerin proaktif davranarak daha erken harekete geçmeleri gerekiyordu.
  • Bilim insanları, İstanbul için yüzde 60 olasılıkla 7 şiddetinin üzerinde bir deprem öngörüyor. Ancak şehir, bu ciddi uyarıları görmezden gelir gibi günlük yaşamına devam ediyor. Ne merkezi hükümetten ne de yerel yönetimlerden bu büyük tehdide yönelik somut ve etkili bir hazırlık planı geliyor. Her iki yönetim seviyesi de bu hayati tehlike karşısında acil ve kapsamlı önlemler almakla yükümlüdür.
  • SGK borçları meselesi de gündemdeki yerini koruyor. SGK borçlarıyla ilgili CHP’li belediyelerin yaşadığı sıkıntılar, İller Bankası’ndan aldıkları hak edişlerin SGK alacaklarıyla mahsuplaştırılması ve hükümetin bu konuda takındığı tutum nedeniyle karmaşık bir hal almıştır. Belediyeler, SGK borçlarının ödenmesinde zorluk yaşamakta, bu da yerel yönetimlerin mali durumunu daha da sıkıntılı hale getirmektedir. Bu tür zorlukların, hizmetlerin aksamaması için daha akıllıca ve verimli kaynak kullanımını zorunlu kıldığı bir gerçektir. Maaş ve sosyal hak ödemelerinde yaşanan gecikmeler, belediye çalışanları arasında eylemlere neden olmakta, bu da belediyelerin zor bir dönemden geçtiğini gö

Evet, birçok borç AKP döneminden miras kaldı ve gözle görülür biçimde yalnızca CHP’li belediyeler hedef alınıyor. Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla onları “silkelemek” için… Ancak sol geleneği temsil eden, sosyal devlet ilkesini benimsemiş bir yönetimin, bu borçların ödenmesinin kaçınılmaz olduğunu en iyi anlayan olması ve bunu kabullenerek gereğini yapması beklenir. Sosyal adalet ve sorumluluk anlayışı gereği, borçların kapatılması yalnızca bir yükümlülük değil, aynı zamanda bir zorunluluktur.

Mesele belki de tam budur: Sosyal devlet anlayışını tam manasıyla içselleştiremeyen bir sol. Gerçekten de sol ve sosyal demokrat idealler, bazı CHP yöneticileri tarafından sadece sözde kalmış, içselleştirilememiş ve eyleme dökülememiş görünüyor. İstanbul örneğinde bu durum daha da net bir şekilde kendini gösteriyor; şehir yönetimi, adeta bir tatil havasında. İşler güçler bir kenara bırakılmış, yeme içme, kayak, Avrupa seyahatleri ile geçiyor günler… Bir de tabii CHP’nin içini dizayn etmekle…

Soldaki o büyük lider boşluğu bir türlü kapanmıyor. Belki liderlik kavramı sol ideolojinin kendisiyle çeliştiği için bu böyle ama yine de toplumu alıp götürecek, gerçekten ve tüm gerçekliğiyle umut vadedecek, dümensiz, entrikasız, Ecevit gibi kendi doğal ortamından doğacak bir öndere duyulan ihtiyaç günbegün artıyor.

Belki de Kılıçdaroğlu’nun en büyük hatası, fikirsel olarak, sol sosyal demokrat görüşler bakımından yeterince olgunlaşmamış, sol gelenekten gelmeyen isimleri ön plana çıkarmak oldu.

Beklenen; kentin en temel sorunlarına, İstanbul halkının temel ihtiyaçlarına yönelik yenilikçi politikalar. Verilen ise popülist söylem ve eylemlerle müsemma. (İlk dönemde meclis çoğunluğuna sahip olmamanın dezavantajını yaşadıklarını söylüyorlardı fakat şimdi artık ikinci dönemin içindeler ve bu kez meclis çoğunluğuna da sahipler. Ama heyhat, insanlar kentlerde hala umdukları, hayal ettikleri belediyecilik ve yönetim anlayışını göremiyorlar)

İktidar partisinin geçmişte yürüttüğü, halka kömür ve nohut dağıtma gibi uygulamaların bir benzeri yaşanıyor adeta… Aynı yollardan geçerek çıkılmak isteniyor sanki zirveye…

Halbuki insanlar bir kez yıkandıkları suda bir daha yıkanmak istemezler. Türkiye, 94’ten bu yana Erdoğan’ı yaşadı; iyisiyle kötüsüyle… Ve artık aynı modelin tekrarlanmasına tahammülü yok. Ülke, gerçekten de yeni bir modele, Mevlana’nın dediği gibi, yeni sözler söylemeye ihtiyaç duyuyor:

“Dünle gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”

Bunları dile getirmek, İmamoğlu’na ya da İstanbul belediyesine yönelik düşmanlık yapmak falan değildir; daha ziyade, yönetim anlayışının ve siyasetin, gerçekten de zamanın ruhuna uygun bir şekilde evrilebilmesi için bir çağrıdır. Gerçek değişim, popülizmden arınmış, halkın gerçek ihtiyaçlarına cevap verebilecek, özgün ve yenilikçi yaklaşımlarla mümkün. Aksi halde bunun bir üçüncü dönemi olamayacaktır… İki dönemdir sol belediyeciliğe açılan kapılar, gelecek seçimlerde bir daha uzun yıllar boyunca açılmamak üzere sosyla demokratlara kapanabilir.

Unutmamak gerekir; 89’da SHP, seçimlerden zaferle çıkmıştı fakat ehil olmayan idareciler, rüşvetçiler, iş güzel belediye yöneticileri, İSKİ yolsuzlukları ve daha diğer sebeplerle 1994’e gelindiğinde yerel yönetimlerde kaybeden yine sol olmuştu.

Bugün, AKP belediyesi döneminde belediye ile iş yapan sol kimlikli iş adamları bile, (büyükşehirden AKP döneminde iş alabilen müteahhitler örneğin…) İmamoğlu döneminde iş alamıyor. Onların yakınları da aynı şekilde… Onların yerine bir önceki AKP döneminin iş insanlarıyla iş yapmaya devam ediliyor… Zaten İstanbul’daki kurultay delegelerinin büyük çoğunluğu belediyeyle ilişkili ya çalışan ya yönetici ya başkan yardımcısı ya da belediyeyle iş yapan kişiler…

Geçmiş dönemde büyükşehirle iş yapmış sol, Alevi kimlikli müteahhitler, iş insanları, bugün kötü gidişatı görüp Kılıçdaroğlu tarafına meyleden tüm bu insanlar, hakkedişlerini almakla, belediyelerden alacaklarını tahsil etmekle ilgili sıkıntılar yaşıyorlar.

***

2019’da CHP’nin elde ettiği zafer, partide bir yükselişin işaretiydi. Bu sürecin devamında 6’lı masaya, ortak cumhurbaşkanı adayına doğru evrilen bir siyaset izlendi ve 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde 2019’dakini aşan bir başarıya imza atıldı. Kazanılan büyükşehirler korunmakla kalmadı, arttırıldı. 400’ün üzerinde belediye kazanıldı. Bu başarıda etkili olan pek çok farklı faktör ve herkesin katkısı vardı. En çok da Kılıçdaroğlu’nun. Kılıçdaroğlu, sola oy veremeyecek kitleleri bir araya getirmeyi başarmıştı. Başka farklı faktörlerin yanında çokça da onun çabası ve mücadelesi sonucunda kazanıldı 31 Mart seçimleri.

Bu arada Kılıçdaroğlu son derece yakışıksız bir şekilde gönderildi, parti içindeki tüm dengeler alt üst oldu. CHP, genel başkanlarını hançerleyen, çevrimiçleriyle dolap çeviren kadrolara sahip bir parti olarak anılmaya başladı. Daha doğrusu uzun süredir parti içinde devam eden tüm bu gerilimler, entrikalar, beyaz köşk toplantıları, hepsi daha görünür hale geldi. Belediye başkanları genel başkanla kendini yarıştırdı, kendi kadrolarını, teşkilatlarını bir ağ gibi ördüler.

En kritik belediyelerin başına getirilen ne partinin dokusuyla ne de sol anlayışla bağdaşan, sosyal demokrat fikirleri henüz olgunlaşmamış yöneticiler, CHP’nin köklerinden koparılmasını hızlandırdı…

Evet, Kılıçdaroğlu’nun mirası 6’lı masa devam etmedi. Peki, yeni bir siyaset olarak CHP ortaya ne koydu? Normalleşme ve yumuşamayı koydu. Halbuki vatandaştan oy istenirken normalleşme siyaseti yoktu… Özgür Özel ve ekibinin, normalleşme ve yumuşama politikalarıyla partiyi farklı bir rotaya sokma çabaları, sandıkta alınan oyların ruhuna uygun düşmeyen bir tablo çizdi. Normalleşme siyaseti, vadedildiği gibi vatandaşla buluşamadan, iktidara yeni manevra alanları sağlayarak partiyi zayıflattı.

İşe yaradı mı? Hayır. Zaten normalleşme siyasetinin altı bile doldurulamadı.

Kılıcı eline alınca da partinin akil insanlarını, emektarlarını hepsini egale ettiler. Kuşaklar arası iletişim, bağ koptu. Kılıçdaroğlu’nu devre dışı bırakan, “yeni” ve “genç” olan kuşak, partinin temel değerlerinden uzaklaşmasına neden oldu. Değişim iddiasıyla CHP’nin başına gelenlerin değişimden anladığının Kılıçdaroğlu’nu gönderip onun yerine geçmekten ibaret olduğu ortaya çıktı; salt bir isim değişikliği… Nitekim, kurultayda, değişim türküsüne aldanıp Özel ve ekibine oy veren iyi niyetli bir kısım delege, ilerleyen süreçte, bilhassa da normalleşme adımlarının ilk atılmaya başladığı 2024 Mayıs ayından itibaren değişimden asıl kastedilenin ne olduğunu ve tabiri caizse kandırıldıklarını anladılar. Ancak artık çok geçti… Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi; sarayla müzakere değil, mücadele edilirdi… Fakat onun ve muhalefetin biriktirdiği tüm miras bu şekilde yok edildi. Ana muhalefet partisi eğik bir düzlemden aşağı kaymaya başladı. İnandırıcılığını günbegün yitirdi.

31 Mart’tan bu yana, 9 ay boyunca normalleşme politikası eşliğinde iktidar partisine yeniden oyun kurması için ihtiyaç duyduğu vakit bağışlandı! Seçim yenilgisi unutturuldu, can suyu verildi. Kaldırım taşları Erdoğan lehine döşenmeye başladı.

Halbuki yapılması gereken tam aksiydi; daha mücadeleci bir siyaset…

Ancak Özgür Özel ve ekibi normalleşme ve yumuşama politikalarıyla adeta partiyi bitirmeye and içti. Güven duygusunu sıfırladı gerek CHP seçmenine gerekse toplumun geri kalanına sahici ve inandırıcı gelmediler.

Üzerine bir de Suriye meselesi ve Kürt sorunuyla ilgili yeni ve şaşırtıcı gelişmeler eklendi. Suriye’de yaşanan gelişmeler, içeride, iktidar tarafından seçmene bir zafer olarak sunuldu, bu şekilde algılandı. Ülkedeki Suriyelileri eleştiren, bu konu üzerinden haklı bir muhalefet yürüten CHP ve diğer muhalefet partilerine karşı, “biz sabrettik, bu insanlara sahip çıktık, onları mağdur etmedik ve şimdi Suriye’de kazanan taraftayız,” mesajı verildi. Seçmen bir kez daha sihirli bir biçimde konsolide edildi. Rüzgar iktidarın ve Erdoğan’ın lehine güçlü bir şekilde esti. İktidar partisi, bir dönem daha seçim kazanmayı neredeyse garantiledi…

Tüm bu hareketli ve tarihi gündem içerisinde CHP hep geri planda kaldı. Elle tutulur bir yol haritası çizemedi, yol gösteremedi. Yol gösteremediği gibi, HTŞ Şam’ın 10 km. yakınına gelmişken, Özgür Özel’in Esad’la görüşülmesi gerektiğini dile getirmesi, siyasette bu derece öngörüsüz, gündemin dışında kalabilmesi gibi örnekler de tuz biber oldu. Bu arada Gazze’ye, Şam’a gitmek gibi çeşitli sözler verip bunları gerçekleştiremeyen de yine CHP lideri oldu. Güvenilir, özgün ve etkili siyaset yapabilme kapasitesi, giderek eriyen bir miras gibi, partinin elinden kayıp gitti. CHP’nin bugünkü durumu, ne yazık ki bir zamanlar vadettiği parlak geleceğin de temel değerlerinin de oldukça uzağında.

Bugün henüz tam hissedilmiyor ama korkarım ki gelecek seçimlerde bu gerçek kendisini gösterecek ama iş işten geçmiş olacak…

Sanki CHP, 31 Mart’ta seçimden zaferle çıktığı gün kaybetmeye başladı. AKP ise kazanmaya… Küllerinden yeniden yeşermeye…

İnsanların güvendiği dağlara kar yağdı. 94’ten bugüne verilen mücadelede geldiğimiz nokta bu mu, diyorlar haklı olarak. Yüzde 38’lerle seçim kazanan bir partinin oy oranının bugün, onca çabaya rağmen; fındık mitinglerine, çay mitinglerine, emekli mitinglerine, Tandoğan mitinglerine, (ki bu mitinglerde insanların meydanlara belediyeler aracılığıyla, doğal ve organik olmayan bir şekilde toplandığı da biliniyor. Kılıçdaroğlu’nun zamanında Maltepe’de, kendiliğinden harekete geçen, doğal 2 milyonluk kitleyle gerçekleştirdiği gelmiş geçmiş en kalabalık açık hava toplantısı düşünüldüğünde gelinen nokta ne kadar üzücü…) rağmen, yüzde 25’lere düştüğü söyleniyor. Kılıçdaroğlu’nu yakışıksız bir şekilde göndermekle, entrikalarla, çevrimiçleriyle başlayan, sözde değişimle devam eden, değişimin anlamını normalleşmede, yumuşamada bulduğu sürecin neticesi yüzde 25’ler…

Normalleşme adı altında yürütülen politikaların getirdiği pasif duruş, ironik bir şekilde CHP’li belediyelere kayyum atanmasına kadar vardı…

Aslında bu hikaye yine AKP’nin doğuş hikayesiyle bazı açılardan benzeşiyor. Onlar, milli görüş gömleğini çıkarıp AKP olmuşlardı… CHP’nin yeni yöneticileri de CHP’deki sosyal demokrat, sol gömleğini çıkartan kadrolar oluyorlar…

Sonuç olarak CHP’de ve genel olarak solda ciddi bir genel başkanlık sorunu ve derin bir liderlik boşluğu var. Bu da halktaki güven duygusunu ciddi manada zedeliyor.

CHP, kendi seçmenine ve halka veremediği güveni ve inanç duygusunu kendi içinde de yitirmiş görünüyor. CHP kadrolarından etkili bir söz duymayalı, gerçek bir muhalif duruş görmeyeli aylar oldu. CHP kadroları yerine Cem Toker gibi, Türker Ertürk gibi, Ahat Andıcan gibi, Cemal Enginyurt gibi, Turhan Çömez gibi isimler CHP yöneticilerinden daha çok AKP’ye karşı mücadele veriyor. Her gün ekranlarda emek harcıyor, gerçek anlamda muhalefet ediyorlar…

Bugün parçalanmış durumdaki CHP’nin toparlanması ve daha etkin bir muhalefet oluşturabilmesi için bütünleştirici bir lider etrafında birleşmesi ve bunun için de kurultaya gitmesi gerekiyor. Ufukta görünen erken seçim ihtimaline karşı, partinin ve muhalefet blokunun acilen derlenip toparlanması ve güçlenmesi şart. Bu süreçte Kemal Kılıçdaroğlu’nun deneyimi ve liderliği, partiyi ve muhalefeti bir araya getirebilecek önemli bir faktör olarak öne çıkıyor.

***

Kayyumlardan itibaren devam ederken ülkedeki ve bölgedeki genel havanın da resmini çekmeye çalışalım.

Bugün PKK ve Kürt meselesinin iktidar partileri tarafından ele alınış biçimi şaşırtıcı olduğu kadar çelişkilerle de dolu. Bir yandan belediyelere kayyumlar atanırken bir yandan kayyumla koltuğundan kaldırılan isimlere önemli roller veriliyor…

Bir gün MHP lideri Devlet Bahçeli uyanıyor ve sanki rüyasında görmüş gibi, Abdullah Öcalan’ın DEM’in grup toplantısında PKK’ya silah bırakma çağrısında bulunması gerektiğini söylüyor. Kürt meselesinde koçbaşılık yapıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında ortaya atılan fotoğraflar, videolar, iftiralar…. Hepsi unutuluyor adeta ve 180 derece bir dönüşle bambaşka bir noktadan yeni bir oyun kurulmaya başlanıyor. Ülkenin geleceği yaşları epeyce ilerlemiş, tek başlarına yürüyemez haldeki, tapu dairesine gitseler yasa gereği akıl sağlığı yerinde mi diye rapor talep edilecek insanların elinde bir gün önce başka, bir gün sonra başka biçimlerde yoğrulup duruyor…Tüm bunlar toplumun gözü önünde cereyan ediyor.

Sonra Bahçeli gidip DEM Parti ile el sıkışıyor… AKP-DEM arasındaki sıcak temaslar devam ediyor. Grup başkan vekilleri aracılığıyla görüşmeler yapılıyor ama AKP Genel Başkanı görüşmelere iştirak etmiyor…

CHP, Meclis’te, bütün siyasi partilerin, akademisyenlerin, hukukçuların, sosyal bilimcilerin, siyaset bilimcilerin de parçası olduğu bir komisyon kurulması önerisini getiriyor, yerinde bir yaklaşımla. Ancak sürecin samimiyetine inanmak kolay değil… Söylediğimiz gibi AKP Genel Başkanı perdenin bir adım gerisinde durmayı tercih ediyor, artık bu konuda pek açıklama da yapmıyor. Onun bu tavrı, insanın aklına, sürecin başarısız olma ihtimaline karşı sorumluluktan mı kaçıyor, sorusunu getiriyor. Sürecin başarılı olması halinde, “Bizim eserimiz” diyebilmek, herhangi bir olumsuzluk durumunda ise “Zaten ben yoktum,” diyebilmek, kendine manevra alanı sağlayabilmek için…

Bu arada “Çözümün adresi parlamento” şeklinde açıklamalar yükseliyor. Buradan, meclisin bu süreçte sembolik bir kılıf olarak kullanılacağı sinyalini alıyoruz.

Bu arada meclis bütçe görüşmelerinde DEM Genel Başkanı’nın “100 yıllık parantezi kapatacağız… 1000 yıldır bu topraklarda yaşıyoruz ama 100 yıldır mutlu değiliz…” şeklindeki ifadeleri ve Bahçeli’nin bu sözleri alkışlaması, Bahçeli neyi alkışladığının farkında mı ya da federal bir yapı önerisi mi bu aslında, gibi deli soruları akla getiriyor… Eteklerdeki taşlar peyderpey dökülüyor…

***

Bugün bakıyoruz, televizyon kanallarında Kürt sorununu tartışanların ve bu süreci bir biçimde yürütenlerin çoğu, Kürt asıllı olsalar dahi Kürt tarihine tam olarak vakıf olmayan insanlar.

Okullarda Kürt tarihi okutulmuyor bile. Halbuki en başta bunun yapılması gerekmiyor muydu? Nasıl ki Rusya’da Kazak tarihi, Tatar tarihi, Çeçen tarihi okutuluyorsa…

Bir toplumda bunca yer etmiş bir soruna çözüm arayışında öncelikle sorunun kökenini anlamak, toplumu ve özellikle yeni nesilleri bu meseleden uzaklaştırmak yerine bilgilendirmek esastır. Belki de zaten bunu yapabilseydik, toplum olarak geriye doğru, hep birlikte gitmeyi başarabilseydik, iki halk arasında birtakım ortak değerlere ulaşacak ve çözüme yönelik çok daha erkenden ve daha sağlam adımlar atabilecektik.

Kürt tarihini bilmeyenlerin Kürt sorununu tartışması kadar abesle iştigal başka ne olabilir acaba…

50 yıldır devlet, Kürt sorununun varlığını kabul etmedi. Kabul etmediği için bugün Kürt sorunu ulusal bir sorun olmaktan çıktı…

Kökleri bu kadar derinleşen ve yayılan bir sorunun 3-5 göstermelik görüşmeyle birkaç günde çözülmesi mümkün olabilir mi? Bugün DEM ile sıcak ilişkiler içine giren AKP ve MHP’li isimler, her şeyden önce Kürt sorunun varlığını kabul etsinler de…

İspanya’daki Bask bölgesi ve İrlanda’da IRA örneklerinde görüldüğü üzere, müzakere süreçleri ve barışa ulaşma yıllar alabilir. Türkiye’de de ilk açılım süreci hendekler, çatışmalar ve yüzlerce insanın hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştı, unutmayalım. Dolayısıyla bu kadar kısa sürede başarı beklemek kulağa gerçekçi değil zorlama geliyor.

Ayrıca, Suriye’deki durum Türkiye’nin dış politikasında da önemli bir rol oynuyor. İran ve Rusya’nın Türkiye’ye karşı tutumları doğal olarak gergin, en hafif tabirle incinmiş durumdalar. Bunun bazı sonuçları mutlaka olacaktır. Örneğin Rusya’ya ödenmemiş doğal gaz borçları düşünüldüğünde… Rusya’nın Türkiye’yi ekonomik olarak sıkıştırma potansiyeli var… Mevcut durum, Mersin’deki nükleer santral projesi gibi Türkiye ile Rusya arasındaki diğer büyük projeleri de etkileyebilir. Belki Rusya’nın eli çok rahat olmadığı için Türkiye’ye “had bildirmesi” kolay olmayacaktır ama bir tavır göreceğimiz açık. Bu tür uluslararası ilişkiler, iç politika kararlarını ve çözüm süreçlerini karmaşıklaştırıyor ve daha dikkatli bir yaklaşım gerektiriyor.

Öyle ya da böyle, kimse adına açılım diyemiyor ama Pandora’nın kutusunun açıldığı aşikar…

Velev ki Öcalan çağrıları karşılığını buldu, silah bırakma çağrısı yapıldı, DEM de bunu kabul etti, Meclis’teki diğer partiler de tamam dedi, gerekli anayasa değişikliği yapıldı, barış çığlıkları arşa çıktı… Peki Kuzey Suriye’de tankıyla, topuyla, her türlü silahıyla, Amerika’nın güdümündeki yapı; PYD Kuzey Irak’taki oluşum; Kandil bunu kabul edecek mi? Oradaki faaliyetlerine son verecek mi? Daha doğrusu Amerika bunu kabul edecek mi? 2013’ten itibaren Amerika ile stratejik anlaşma içine giren PYD’nin bu saatten sonra söz dinlemesi çok zor…

Ancak yine de eğer ki DEM, kendi içindeki tutarlılığını koruyabilirse, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki yapılanmalardan bağımsız, gerçek anlamda Türkiyeli bir parti olmayı başarırsa bu atılan adımlar, ortak bir konsensus oluşturulması da kıymetli olacaktır.

Süreci daha da doğru işler ve kıymetli hale getirmek için Selahattin Demirtaş kartını da çıkarmak gerekir. Demirtaş, Türkiye’nin en tartışmalı politik figürlerinden biri olarak görülebilir. Hükümet ve Erdoğan ile olan kişisel çekişmeleri nedeniyle dikkat çekmiş bir isim. Özellikle, Erdoğan’a yönelik “Seni başkan yaptırmayacağız” ifadesi, onun politik kariyerinde ve hükümetle olan ilişkilerinde belirleyici bir an olarak öne çıkmıştır…

Bugün Kürt meselesinde yeni bir tür açılım sürecine giriş yapılırken, özellikle de eğer Abdullah Öcalan’ın barış çağrısı gerçekleşirse, bu sürecin işlemesi için gerekli olan anayasa değişiklikleri hayata geçerse (ki burada iktidar, olası bir anayasa değişikliği paketine, Erdoğan’ın bir kez daha seçilebilmesini sağlayacak değişiklikler de dahil başka ne gibi maddeler ekleyecek, orası da sürpriz…) Demirtaş’ın ve diğer siyasi tutukluların hala hapiste olması tam anlamıyla abesle iştigal olacaktır. Bir tür barış sürecinin tartışıldığı bir dönemde, DEM Parti’nin de ziyaret ederek muhattap kabul ettiğini ilan ettiği Demirtaş’ın süreçten dışlanmasının mantıklı bir açıklaması olamaz.

Demirtaş ve diğer Kürt liderlerinin sürece katılımı veya dışlanması, bu sürecin başarısı ve kapsayıcılığı açısından kritik öneme sahiptir. Zira tüm tarafların katılımını ve şeffaflığı gerektiren hassas ve çok boyutlu bir sürecin içindeyiz.

Cumhurbaşkanı’nın, “Gerektiğinde devletimizin kadife eldiven içindeki demir yumruğunu devreye almaktan da çekinmeyeceğiz” minvalinde yaptığı açıklama çok da gerçekçi değil… Çünkü artık PKK da eski PKK değil. Bir zamanlar kendini Marxist, sosyalist olarak ilan eden örgüt, bugün Amerikan emparyalizmiyle el ele, kol kola. Artık tamamen ideolojisizleşmiş, paralı asker haline gelmiş durumda. Silahı ve parayı verenin aparatı, oyuncağı olmuş…

Tam da bu yüzden çözümün artık sadece Türkiye’nin meselesi olmaktan çıktığı açık. PKK ve Kürt sorunu, uzunca bir süredir, Amerika ve bölge ülkelerinin de dahil olduğu küresel bir mesele haline geldi. Fransa’nın bölgedeki asırlık mazisini de unutmamak gerek. Suriye’nin geleceğine bakarken, Suriye üzerinde, oranın insan dokusu üzerinde, ülkede Nusayrilerin egemen olmasına kadar gelen sürecin mühendisliğini yapmış olan Fransa’nın varlığını ve etkisini de göz ardı etmemek lazım.

Artık Suriye’de üniter bir yapıdan söz etmek kolay değil. Ülkenin toprak bütünlüğünden dem vurmak ham bir hayalden öteye geçmiyor…

Kuzey Suriye’ye yerleşen, Amerika’nın güdümünde bir Kürt yapılanması var. İsrail’le bu yapının bağlantısı da belirginleşiyor. Colani de Amerika’nın yedeğinde zaten… Bölgede çatışmalar ve ittifaklar iç içe geçmiş, at izi it izine karışmış durumda… Ortalık toz duman…

PKK ve Kürt meselesi artık yalnızca Türkiye’nin meselesi değil. Bölgesel hatta küresel ölçekte bir sorun. Amerika müdahil, bölge ülkeleri müdahil… Herkesi ilgilendiren küresel bir mesele…

Onun için aslında bölgesel ve hatta küresel bir çözüm yaratma mecburiyetiyle karşı karşıyayız.

Ayrıca çözüm toplumsal ve sosyal olarak da ele alınmalı. Kürtlerle barış, toplumsal ölçekte de gerçekleşmeli. Bu gerçekleşebilecek mi? Diyelim her iki taraf da barışı kabul etti, el sıkışıldı. Bunun toplumsal anlamda da ete kemiğe bürünmesi lazım. Bu olabilecek m? Bunca şehit varken… Gözünün yaşı dinmeyen analar varken… Nasıl helalleşilebilecek?

Ayrıca Kuzey Irak ile sınır olan Türk il ve ilçelerinin, karşı taraftaki bölgelerle derin tarihi ve duygusal bağları bulunuyor. Bir sınır çizgisi bu insanları birbirinden ayırmaya yetmiyor. Getirilecek çözüm, bu gerçeklikleri de göz önünde bulundurmalı ve bu bağları koparmadan ilerlemelidir. Toplumsal ölçekte barışın sağlanması, çözümün sadece politik değil, aynı zamanda toplumsal bir yönü olduğunu vurguluyor.

Barışın baharında, Güneydoğu’nun dağlarında çiçekler açacak, kurtla kuzu kardeş olacaksa; bu ülkenin halkları arasında gerçek esenlik ve kardeşlik türküleri yankılanacaksa, herkes bir diğerinin acısına ortak olmalı. Ancak bu şekilde onurlu ve samimi bir barış mümkün olabilir. Samimiyete inanmak zor olsa da barışın bu topraklarda yeşermesi için gereklidir. Bu yolda atılacak adımlar, sadece politik bir uzlaşıdan öte, derin bir toplumsal kabullenme ve ortak yaşam iradesini gerektirir.

***

Bu arada tüm bu olan bitenin büyük resminde Erdoğan’ın, bir dönem daha veya ömür boyu başkan olma çabası da var. Bu çaba, Kürt oylarını merkezine alarak şekilleniyor.

Zaten koşullar da buna uygun gibi… Ekonomik göstergeler manipüle edilerek enflasyon düşüş eğilimindeymiş gibi gösteriliyor ve faiz indirimleri planlanıyor. Şırnak, Gabar’da petrol üretiminin 70 bin varile çıkarıldığı gibi geleceğe umut vadeden açıklamalarla da destekleniyor bu çabalar. Zaten Suriye’deki gelişmeler ve yeni Kürt açılımı hamlelerinin etkisi iktidarın dümen suyuna gidiyor… Bu arada bir de anayasa değişikliği yapılırsa… Sonra gelsin erken seçim veya baskın seçim… (Çünkü belki de 50+1 kuralı yerini en yüksek oyu alanın kazanacağı bir seçim sistemine bırakacak…

Zaten Cumhur ittifakının hedefi, parlamentoda 400’ü bulup anayasa değişikliğini, referanduma gerek kalmadan, Meclis’te gerçekleştirmek…)

Özetle büyük oyun kurucu sahada tam gaz pres yapmaya devam ediyor.

Cumhurbaşkanı’nın siyasi manevraları, Türkiye’nin iç ve bölgesel meselelerine çözüm bulma iddiasını taşısa da bu stratejiler çoğunlukla kişisel ve partisel çıkarlarla şekilleniyor gibi görünüyor.

Önümüzdeki dönemde, Türkiye’nin hem iç dinamikleri hem de uluslararası pozisyonu açısından kritik bir kavşakta olduğu açık. Siyasi liderlerin bu büyük oyunu nasıl yöneteceği, Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek ve dünya genelinde yakından izlenecek.

Sadık ÇELİK

[email protected]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir