İlk kitabı ‘Herkesten Uzakta’ ile 2022 Vedat Türkali Öykü Ödülü’ne layık görülen Kadir Işık’ın gezi kitabı ‘Yolda Olmak’, İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Tiflis’ten Bakü’ye, Tebriz’ten Kirmanşah’a, Süleymaniye’den Midyat’a dolaşan Kadir Işık, okuru kadim medeniyetlerin kalıntıları arasında sınırların ayırdığı sofralara davet ediyor.
Işık metnine, Ortadoğu’nun renklerini, çarşılarını ve “gönüllü” insanlarını olduğu kadar çözümsüz sorunlarını, adaletsizliğini ve iktidarlarının yarattığı husumetleri de taşıyor.
Kadir Işık ile ‘Yolda Olmak’ üzerinden gezi yazarlığı ve yazın türlerinin iç içeliği, yakın coğrafyalardaki uzaklıklar ve kültür üzerine konuştuk.
Herkesten Uzakta’daki(1) öykülerini konuşurken doğaya bir parantez açmıştık. Birçok öykünüzde insanın uzağına ya da uzaktaki insana dair bir yönelim vardı ve bu, öykünün yönünü olabildiğince dışarıya, olabildiğince insanın dışına, haliyle doğaya çeviriyordu. Sözgelimi ağaç deyip geçmiyordunuz. Onlar ladindi, gürgendi, sedirdi, çamdı. Doğaya yakınlığın, gezmeye, yeni yerler keşfetmeye olan hevesiniz öykülerinizden fışkırıyordu. Dolayısıyla ‘Yolda Olmak’, bu nedenlerle Kadir Işık’a çok yaraşmış. Bir kez daha kutluyorum. Çok okunsun çok konuşulsun dilerim.
Kitap boyunca gayet rahat, hatta akışkan gezi yazıları okuyoruz ve bir edebiyatçının dil özenine sahipken araya edebi bir perde germiyorsunuz. Tiflis’ten Midyat’a değin yeri geldiğinde kendi düşüncesini sakınmayan bu gezgin bir yerde şöyle diyor: “… sınır benim için birbirinin aynı olan iki halkın arasında çekilmiş çizgiden, insanları bölmekten öte bir anlam taşımıyor. Benim dünyamda bir önemi yok, anlamsız. Toplumları birbirinden ayırmak, insanları birbirine düşman etmek, yabancılaştırmak, özgürlükleri kısıtlamak için örülmüş kalın duvarlar. Hiç kuşkusuz zamanla incelecek o duvarlar, gittikçe ortadan kalkacak, eğer sermaye bu kadar güçlü, para tapınılan bir meta olmasaydı…” Dolayısıyla şunu merak ediyorum: Gezi gibi yarı kurmaca bir türde yazmanın öyküye göre farkları neler?
Gezi yazmanın yarı kurmaca olduğunu ilk kez senden duydum, hoşuma gitti. Edebiyatta türler arası geçiş çoğu zaman muğlaktır, ayrıca üzerine en çok konuşulan, tartışılan konulardandır. Herhangi bir konuda, kurmaca ya da kurmaca dışı yazı yazdığımda, yazdığım yazının türüne bakarak belli başlı kalıplar arasına sıkıştırmam. Öykünün çeşitleri, romanın özellikleri, makalenin yapısı ve benzeri birçok bilgiyi dikkate almam. Bunlar lise edebiyat derslerinde öğretilen konular, yaratıcılığı sınırlandıran, düşünce akışını sekteye uğratan kuru bilgiler. Kurmaca yazmak, her yazıyı kurmacanın sınırlarına yakınlaştırmak hoşuma gidiyor, çünkü yaratıcılığı besliyor. Hem, hayatın kendisi bir kurmacadan oluşuyorken biz nasıl olur da gerçeği kurmacanın dışına çıkarabiliriz. Her günü her anı kurgulayarak yaşıyoruz. Kutsal kitapların bile gerçekliğinin tartışıldığı günümüz dünyasında birçok şeyin kurmacadan ibaret olduğu ortada. Kitaptaki yazılarımın öykü yapısından farklı olduğunu düşünmüyorum, her şehrin öyküsünü, bir bütün olarak da bir gezinin romanını yazdım diyebilirim ama okur, olmaz öyle şey, sen şunu ya da bunu yazmışsın, diyebilir, ona da itiraz etmem. Ne yazarsak yazalım, önemli olan okurda karşılığını bulması, metnin okuru içine alması, sarması, gerisi bence teferruattan ibaret.
Ne çok çelişki var gezdiğiniz şehirlerde, örneğin Bakü’de. Yanı başında petrol fışkırıyor ama fakirlik korkunç… Bazı şehirlerde zengin ve fakirin daha keskin hatlarla birbirinden ayrıldığını gösteriyorsunuz. Bu, oralarda zenginlerin daha zengin olmalarından kaynaklanıyor diyebilir miyiz?
Zengin ve fakir yaşamlar aslında çok keskin hatlarla birbirinden ayrılıyor. İkisi arasında derin uçurumlar var ve aynı zamanda iç içe yaşıyorlar, bir yanlarıyla çok yakın görünüyorlar, gösteriliyorlar. Zengin de fakir de aynı ekmeği yiyor ama aynı tadı almıyor, ikisi de aynı partiye oy veriyor ama biri kaybederken biri kazanıyor, ikisi de aynı mahallede oturuyor ama birinin evi soğuk, birinin sıcak. Maalesef ikisinin de kafası aynı şekilde çalışmıyor, ikisi de hayata aynı yerden bakmıyor, hatta ikisi aynı şekilde ölmüyor, ölüm bile zenginle fakiri eşitlemiyor. Fakirler çok ama güçsüz, zenginler az ama güçlüler. Yoksa zenginlerin değil de fakirlerin iktidarı olurdu bütünüyle. Nereden bakarsan bak aralarında derin bir uçurum, ayrılık ve uzaklık varken insan ister istemez bu noktada yazmak istiyor. Çünkü fakirlik ve zenginlik yaşamın her anını belirleyen en önemli unsur, her yerde karşımıza çıkıyor.
Tiflis’ten başlayan seyahatin boyunca aslında bir çeşit turizm etkinliği yapıyorsun ama bizde yaygın biçimiyle yaz aylarında kumla, güneşle, denizle anılan bu etkinlikler doğunun altın şehirlerinde daha farklı algılanıyor. Bizdeki kadar ticari kaygılar yok. Nedenine dair neler dersin?
Aslında ticari kaygılar var, sonuçta halk para bırakan turistin peşinde ama devlet olarak ticari kaygılarla hareket etmemeleri dışarıya kapalı olmalarından kaynaklanıyor. Çünkü gezmek salt turistik bir eylem değil, kültürel, aynı zamanda insanın düşünce ufkunu genişleten bir etkinlik. Bir şehri gezmek, içinde yaşamak, insanlarıyla etkileşimde bulunmak o şehir hakkında onlarca kitap okumaktan daha etkili, daha ufuk açıcı. Kuyunun dibinde yaşayan kurbağa gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanıyor, kuyunun dışına çıktığında öyle olmadığını öğreniyor ve sorgulama, değişim o noktada başlıyor. Az gelişmiş ya da geri kalmış hiçbir devlet vatandaşlarının özgür düşünmesini istemez, çünkü bu işin ucunun kendilerine dayanacağını bilirler. Yaptığım aslında turistik bir etkinliğin ötesinde, kültürel bir etkinlik. Turistik bölgeler genellikle şehrin geçmişle kurduğu tarihsel süreci hakkında bilgi veren mekânlar, kültürel gezinin de bir parçası. Turizm bir noktada bacasız fabrika olarak adlandırılır, gökyüzünü kirletmez ama yeryüzünü, en çok da insanı kirletir, insani bütün değerleri yerle bir eder, her şey, toprak, su, doğa, tarih paraya dönüşür. Turistik yerlerde tanıştığın esnaf ya da orada çalışan, yaşayan insanlardan o şehre ya da bölgeye ait sağlıklı bilgiler öğrenemezsin, çünkü sana para kazanacağı bir müşteri gözüyle bakar, dolayısıyla elinde, sana sunacağı her şeyi maddi bir karşılıkla değerlendirir. Üstelik turistik mekânların çevresinde kurulan ticari yerlerin tamamı birbirine benzer.
Bir yanıyla ışıklarla bezeli bir coğrafyada olsanız bile öte yanıyla düşmanlıkların, adaletsizliklerin kol gezdiği yerler buralar. Bizim uzaktan gördüğümüz, kendimizce yorumladığımız kimi öngörülerimizin yersiz olduğunu bizzat sizden okuyoruz. Şöyle diyorsunuz Tebriz bölümünde: “Totaliter rejimlerle yönetilen halkların yabancılara karşı inanılmaz bir sempatisi, yakınlığı oluyor. Kendilerinden olmayanı tanımaya, anlamaya, onlarla ortak yanlar bulmaya çalışıyorlar. Herkes bir yalanın içinde yaşadığının az da olsa farkında sanki, gerçeği öğrenmek istiyorlar ama içinde bulundukları şartlardan dolayı zor olduğunu düşünüyorlar.” Cevabın bir kısmı cümlelerinde olsa da yine de sormak istiyorum: Bu kadar yakınken birbirimize neden bunca uzağız birbirimizden?
Bunu halklar arasında yaratılan düşmanlığa, sürekli, hep yeni baştan üretilen şiddete bağlıyorum. Şiddet korkuyu doğuruyor, korku ise insanı düşünsel anlamda kısırlaştırıyor. Korkan insan zamanla mantığını kaybediyor. Medya üzerinden halka doğru diye sunulan birçok şeyin gerisinde, saklanan büyük gerçekler yatıyor. İnsanlara doğru budur, sen bunu düşüneceksin, böyle davranacaksın, deniyor, o da her gün evinin başköşesinde izlediği televizyon kanalından kendisine dikte ettirilenlere boyun eğiyor, ona göre davranıyor, aksi halde yediği bir lokma ekmeğin de elinden alınacağına inanıyor. Totaliter iktidarların elinde bir silah olarak halkına karşı kullanılan medyanın gücü burada devreye giriyor. Tek parti, tek adam rejiminin olduğu hiçbir ülkede medya bağımsızlığından söz edilemez. Biz de yirmi yıldır medyanın nasıl tekelleştiğini, bağımsız medya ağının nasıl ortadan kaldırıldığını, yaptıkları haberlerden dolayı gazetecilerin içeri alındığını biliyor, izliyoruz. Bağımsız, özgür bir medyanın olmadığı her yerde iktidarı diktatörler ele geçirir ve ölünceye kadar da iktidarda kalırlar. Halk ise öfkeli, içe kapanık ve birbirine, ötekine düşman duygularla yaşamını sürdürür, suçu hep bir başkasına atar, başkasına yükler. Çünkü iktidardan korkar, bizim ülkemizde de olan tam olarak budur aslında. Bizler okuyan yazan ve düşünen insanlar olarak her gün maruz kaldığımız birçok bilginin ister istemez etkisi altına giriyoruz. Ben de İran’a gitmeden önce İran hakkında çok farklı düşünüyordum, gidip gördükten sonra İran algım değişti. Bir şey size sürekli kötü diye dikte ettiriliyor ve gösteriliyor, sonuçta insanız, bir dayanma gücümüz var, inanıyoruz, hem de yalan olduğunu hep bir parça düşüne düşüne inanıyoruz.
Kitabı okudukça bizde yalan yanlış yaratılan ‘İran algısı’nı çürütüyorsunuz. Bize sunulan İran’la “Yasaklara uyarsak yaşayamayız,” diyen İranlı Gazel’i yan yana koyamıyorum. İtiraz edenlerin sesi hiç de az değil. Merak ediyorum, bize mi yanlış anlattılar, yoksa İran bile değişebiliyor mu?
İran değişiyor ama bu değişimler hep yüzeysel, dipten, derinden gelen değişimler pek yok. Maalesef her değişim sancılı, sonuçları ağır ve acılı oluyor ama uzun vadede daha ferah ve mutlu toplumlar oluşuyor. İran hakkında bize anlatılan çoğu şey baştan sona yanlış. Her şeyden önce İranlılar ve Araplar genellikle birbirinin aynı olarak görülüyor, en temel yanlış da burada yapılıyor. Yıllardır basın üzerinden laikliği korumak adına İran hep karalandı, öcü gibi gösterildi ama Ortadoğu’nun, İslam coğrafyasının diğer ülkelerinden birçok yönden çok ileride. Her şeyden önce binlerce yıllık Pers kültürüne sahip, o coğrafyanın en eski dinlerinden Zerdüştlükten günümüze evrilmiş bir kültürün devamlılığını görüyorsunuz. Mesela Mısır oldukça tehlikeli bir yerdi, orada müthiş bir güvenlik sorunu vardı. Suudi Arabistan’da şeriat kuralları çok katı uygulanıyor ama basına yansımıyor, çünkü Suudiler kapitalist dünyaya entegre bir devlet yapısına sahip. İran’ı hem bize yanlış anlattılar, anlatıyorlar, hem de İran değişiyor, insanlar değişiyor. Bazen olumlu anlamda, bazen de olumsuz anlamda, bazen daha iyiye, bazen de daha kötüye gidiyor ama her zaman çoğu şey değişiyor.
Farklı milletler, inanışlar iç içe… Diller de öyle. Bir yandan petrol fışkırıyor, yanı başında bitimsiz savaşlar oluyor. Üstelik IŞID diye bir bela fışkırmış… Öyle karanlık bir zaman, öyle tehlikeli bir bölge ki oralarda olmaktan hiç korkmadınız mı? Kendini “zamansız bir hayalet” gibi hissetmediniz mi?
Bir yanda petrol bir yanda savaş. Savaşı çıkaranlarla petrole sahip olmak isteyenler aynı kişiler, yani kapitalistler, yani zenginler, onlar da, biz bunu para için yapıyoruz demiyorlar, bunu dinimiz, milletimiz, ırkımız, soyumuz, mezhebimiz, bayrağımız, ailemiz için yapıyoruz diyorlar ve halk buna inanıyor. Gezdiğim gördüğüm yerleri anlatırken en çok karşılaştığım sorulardan biri, korkmuyor musun? Korku insana dair bir duygu, korkunun gerisinde ne olduğunu bilmek gerekiyor. Her şeyden önce korku insana hata yaptırır, kaybettirir, bu bilinçle hareket ettiğinde, sana saldıran, seni ötekileştiren kişilerin korkularını görebiliyorsun, bu da seni daha cesur kılıyor. Cesur olmak zorundasın, eğer korkar ve bunu karşıya hissettirirsen, kaybedersin. Bir de sanırım haklı taraftan bakıyorsun, buna inanıyorsun, korkmak aklına gelmiyor. Avrupa’da gezerken Neonazilerle karşılaştığım bölgeler, mahalleler oldu, sert bakışların üzerime sabitlendiği kirli sokaklarda da bulundum ama aldırmadım. Üzerimde kaybedecek pek değerli şeyler taşımıyorum.
Tiflis, Bakü, Tebriz, Tahran, İsfahan, Persepolis, Şiraz, Kirmanşah, Süleymaniye, Erbil’den sonra Türkiye’ye dönüyor, Midyat’a geliyorsunuz. Evvelinde elliye yakın ülkede, binlerce şehirde bulunduğunu, hiçbir yerde korkmadığınızı ama o an Midyat’ta yaşadığınız sıkıntıyı da başka bir yerde yaşamadığınızı özellikle belirtiyorsunuz. İçim acıdı orada. Bu olayı Erbil bölümünde geçen şu cümlelerinizle beraber düşündüm: “Anadolu’nun tüm renkleri solmuş, bahçesi çiçeksiz kalmış.” Bu tespitiniz öyle doğru ki aksi halde Midyat’ta o hakaret dolu olay başınıza gelmezdi. Oysa güvenlik açısından daha endişe verici yerlerde dolaşıyorsunuz ama hiçbir yerde böyle şeyler yaşamıyorsunuz. Şöyle hissetmekten kendimi alamadım: Bu yerlere burun kıvıran bizler, kendimizi Kaf Dağı’nda mı görüyoruz?
Aslında hiçbir yerde güvenlik sorunu yok, güvenlik sorunu çıkaranlar güvenlik görevlileri, kolluk kuvvetleri ve devletin derin yapısı. İstanbul’da pandemi öncesi, sokakta, yolda, metro giriş çıkışında, her yerde bir anda tepenizde biten sivil polisler, sizden kimlik istiyordu. Her yerde onca kamera var, yüz okuma, ses tanıma sistemleri ve daha nicesinden söz ediliyor. Madem böyle bir teknoloji var, niçin polis seni durduruyor ve kimlik kontrolü yapıyor? Birçok kişi bunun güvenlik olduğunu düşünüyor ama değil, salt iktidarın, devletin güç gösterisi. İşte algı dediğimiz şey, yaşadığımız hayatın kurmacası en çok bu ve benzeri durumlarda kendini gösteriyor. Yıllar önce Mısır’da, henüz bizde bu kontroller başlamamışken, havaalanı içinde insanların en az on farklı noktada arandığına şahit oldum. Bu durum artık öyle bir oyuna dönüşmüştü ki, son kontrol diyorsunuz uçağa binerken, merdivenlerden çevriliyorsunuz, herkes çantasının başına geçiyor. Henüz çantalarınız dışarıda, yerde, uçağa yerleştirilmemiş bile. Bu sefer çantaları köpekler kokluyor, iyi ama havaalanı içinde de kokladı. Olsun, devlet varlığını seni kontrol ederek ortaya koyacak, ben buradayım diyecek, gücünü gösterecek. Big Brother ya da Büyük Birader zihnimize giriyor, orada yaşıyor. Ben her yerdeyim, billboardlardayım, televizyonlarda, sosyal medyada, otobüslerin, metroların reklam panolarında, her yerde, konuşurken dikkat edin, sizi takip ediyorum.
Devlet dediğimiz köhne yapının çalışma sistemi ne yazık ki insanları baskı altına alarak düşünce yapısını bozmak, bir noktada aptallaştırmak, özgür olduğunu düşünen köleler durumuna getirmek. Temelinde barışa, sevgiye, kardeşliğe yer olmayan, tamamen şiddetten beslenen bir yapının insanı getirdiği nokta ne yazık ki herkes için mutsuzluğu ve şiddeti doğuruyor.
1. Herkesten Uzakta, Kadir Işık, Notos Kitap, 2021