Amerikalı yazar Rebecca Solnit’in “Yakındaki Uzak” adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Minotor Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı. Bir anlatı olarak değerlendireceğimiz bu kitabında Solnit alabildiğine kişisel, kişisel olduğu kadar da ucu hepimize dokunan ailevi birtakım meselelere değiniyor. Kitabı çeviren isim ise Asude Küçük.
“Yakındaki Uzak”, sadece ismiyle bile derdini özetleyebilen kitaplardan. Peki ne demektir bu “yakında uzak olmak”, dahası kimdir ve kimlerdir?
Solnit’in bu soruya karşılık karşımıza koyduğu esas muhatap genel manada aile, özelde anne. Solnit anne ve babasıyla pek anlaşamadan büyüyor. 16 yaşında başka bir eyalette tek başına yaşamak üzere hazırlanırken annesi ona sağlam olanı değil, eski valizi almasını söylüyor. Babası da vere vere bozuk bir saat veriyor.
Eski valiz ve bozuk saat… Bu iki eşya ömrü boyunca ve kitabın genel atmosferi içinde Solnit’e iğne gibi batıp duruyor.
ANNELİK DUVARI
Beri yandan; annesi Solnit’i çocukluğundan beri bir rakibi gibi kıskanıyor; kaşından, gözünden tutalım, manevi birtakım şeylere kadar sürekli onunla bitmek bilmeyen bir yarışa giriyor. Kaybedeceğini, beceremeyeceğini anlayınca da sırtını annelik duvarına yaslayarak bağırıp çağırmaya başlıyor; ne vefasızlığı kalıyor Solnit’in ne saygısızlığı.
Bütün bunların ardından anne Alzheimer olunca Solnit her şeye rağmen onun yardımına koşuyor. Anne de zaten “bir yazar olarak evde boş boş oturduğu için” diğer çocuklarını değil, Solnit’i arıyor. Böylece, nasıl ilerlediğini az çok tahmin edebileceğiniz uzun bir bakım süreci başlıyor.
‘SAYFALAR ERİYİP GİDİYOR, İFADELER BULANIKLAŞIYOR’
Solnit kitabını sadece annesinin hikâyesiyle sınırlandırmıyor. Onun ardından Mary Shelley’yle duygusal bir ortaklık kuruyor. Shelley’nin -her ne kadar ilerici olsalar da- ailesine isyan edip sevdiği adamla beraber olmasını, yıllar sonra da Frankenstein romanını nasıl yazdığını ve karakterindeki “soğuklukla” kutuplardaki soğukluğun neden ve nasıl bir ortaklık yarattığını açıklıyor.
Devamında Road Runner ve Coyote’nin çekişmesinden bahsediyor. Chuck Jones’un Coyote’yi, yaşlı çakal tanrı Huehuecoyotl’dan ilham aldığını, Road Runner’ınsa bir Tao üstadını simgelediğini belirtiyor.
Daha sonra da Che Guevara’nın Bolivya’daki direniş günlerinde yaşadıklarına sıra geliyor. Yolda tesadüfen karşılaştığı yaşlı bir kadının Che ile bir şekilde tanışıyor olmasından hareketle “Motosiklet Günlükleri”ne ve Che’nin hayatının önemli evrelerine değiniyor.
Ancak ne anlatırsa anlatsın iş dönüp dolaşıp hep annesine geliyor:
“Annem azar azar yok olan bir kitaptı sanki. Sayfalar eriyip gidiyor, ifadeler bulanıklaşıyor, harfler teker teker döküldükçe geriye bembeyaz bir kâğıt kalıyordu.”
‘SİZİN HİKÂYENİZ NE?’
Solnit kitabın ilk cümlesinde şöyle bir soru soruyor:
“Sizin hikâyeniz ne?”
Bu soru kitabın temel sorularından biri. Solnit bir yandan kendi hikâyesini anlatıyor ama bu soruyu sadece okura değil, kendine de soruyor. Özellikle de annesiyle olan ilişkisinde kendi hikâyesinin izini sürüyor. Sanki başkasının başından geçmiş gibi adım adım ilerliyor; büyük, duygusal tepkiler vermiyor, soğukkanlı ve mesafeli bir yerden yazıyor.
Solnit’e göre zaten her şeyin temelini hikâyeler oluşturuyor. Biriyle tanıştığımızda onun hikâyesinin bir parçası oluyoruz yahut o bizim hikâyemizin bir parçası oluyor. Böylece hayat; hikâyelerimizi paylaştığımız bir “oyun bahçesine” dönüşüyor. Ancak takdir edersiniz ki buradaki oyunlar pek iç açıcı olmuyor.
Her şeyin “hikâye anlatmak / paylaşmak” üzerine kurulu olduğunu düşünen Solnit buna yönelik olarak da “Binbir Gece Masalları”nı, Şehrazat’ı örnek veriyor. Bilindiği üzere; kıskanç bir kral her gün bir bakireyle evleniyor ve sabahında eşlerini öldürtüyor. Bu katliama son vermek isteyen Şehrazat’sa, krala her gece bir masal anlatıyor ve masalı merakın en yüksek olduğu yerde bırakıyor. Masalın sonunu merak eden kral da onu bir türlü öldürtmüyor.
Solnit de buradan, hikâyenin kendisinden çok, nasıl anlatıldığıyla ilintili olduğunu söylüyor bize.
‘BİRKAÇ KASA KAYISI’
Solnit leitmotif olarak birkaç kasa kayısıyı kullanıyor. Kendisinin büyüdüğü ve annesinin Alzheimer olduktan sonra yaşadığı evin bahçesinde bulunan ağaçtan toplanan bu kayısılar, bir meyve olmanın ötesinde Solnit için karmakarışık halde duran, bir türlü hesaplaşılamayan geçmiş ve belirsizliklerle dolu, yer yer korkutucu bir gelecek gibi.
Nitekim Solnit de bu sebeple kayısıları yere, bir örtünün üzerine seriyor. Gün aşırı onları inceliyor, çürüyenleri ayırıp atıyor, kalanları seyrediyor. Biz de sayfalar sonra, “bu savaştan sağ çıkanlarla” marmelat yaptığını görüyoruz.
‘SİZİN ÖYKÜLERİNİZİ KİM DİNLİYOR?’
Solnit’in anlatısının farklılığı “İçindekiler” bölümünde de kendini belli ediyor. Kitap 13 bölüme ayrılıyor. “Kayısılar, Aynalar, Buz, Kaçış, Nefes” adlı ilk beş bölümden sonra “Yara, Düğüm, Düğüm Çözülüyor” adlı bir orta bölüm var. Devamında ilk beş bölüm tersinden “Nefes, Kaçış, Buz, Aynalar, Kayısılar” şeklinde başladığı yere dönüyor.
Daha önce benzerini görmediğim bir diğer teknik detaysa şu: Solnit her sayfanın altında, kitaptaki hikâyeden “bağımsız” şekilde, sayfaları çevirdikçe ilerleyen tek satırlık bir başka anlatı akıtıyor. Yaklaşık 300 sayfa boyunca ilerleyen bu tek satırlık anlatıysa şu şekilde sona eriyor: “Sizin öykülerinizi kim dinliyor?”