Aşkı tüketmek: Teknoloji, ilişkilerimizi nasıl dönüştürdü?

“Kişideki eksik, ötekinde saklı değildir.

Aşkın bütün sorunu budur”

Jacques Lacan

Bir kitapçıya girdiğimde, önceden belirlediğim listeme ek olarak yeni çıkanlar bölümünden, hiç bilmediğim bir kitap daha alırım. Bu bilmediğim kitapla olan randevu, her defasında farklı dünyalarla karşılaşmama vesile olsa da son karşılaştığım kitap, diğer randevularımdan daha farklı bir etki yarattı. Kitaplarımı almış ve evime dönmüştüm. Çalışma masamda rastgele aldığım ve roman olduğunu düşündüğüm kitaba gözgezdirirken, onun Lacancı bir psikanaliste ait olduğunu fark ettim. Hem klinik hem de akademik olarak çalıştığım Lacancı psikanalizin aktarıldığı bu kitabı bitirdiğimde, bu özel karşılaşmanın bir üretime, yazıya dönüşmesi gerektiğine kanaat getirdim. Çünkü kitap, ruhsallık, aşk ve günümüz ilişkileri üzerineydi, yani herkesi ilgilendiriyordu.

Aşk Hayatında Affetmeye Övgü, Massimo Recalti, Çevirmen: Bilge Özsoy, 132 syf., Telemak Yayınları, 2024

Bahsettiğim kitap, klinik pratiğini İtalya’da sürdüren Lacancı psikanalist Massimo Recalcati’nin “Aşk Hayatında Affetmeye Övgü” kitabı. Kitap, önceki ay Bilge Özsoy’un titiz çevirisiyle Telemak Kitap’tan çıktı. Kitap boyunca Recalcati, aşkın ortaya çıkışından bitişine kadar, geçmişten günümüze travmadan yasa ve ihanetten bağışlamaya kadar birçok aşk tezahürünü, kendi klinik pratiğinin inceliklerini de kullanarak okuyuca aktarıyor.

‘NE İSTİYORSUN?’

Şu soruyla yazıya başlamak istiyorum: Bir özne neden analizden geçmeyi talep eder? Ya entelektüel bir uğraş olsun diye gelmiştir ya da hayatında yaşanan aksaklıklar artık dayanılmaz hale geldiği için analiz talep etmiştir. Seans odaları, ikinci kısımda yaşanan durumlar nedeniyle analizanların aktarımlarıyla, yankılarıyla doludur. Bu aktarım ve yankılara bir durum daha eşlik eder: aşk. Biz psikanalistler de her gün analizanlarımızın aşk hayatına eşlik eden kederleri işitiriz; bu aşk ya semptomdur, ya ailedir, ya partner, ya iş ya da bir nesne. Ya da özne için aşk bir sorudur, aşkın neden muamma olduğuna, öznenin neden tam olmadığına, neden düşlemindeki ilişkiyi yaşayamadığına, öznenin ötekinde neyi bilmediğine dair bir soru…

“Aşk bir aldatmacıdır” diyor kitabında Recalcati, çünkü ona göre özne, öteki ile ilişkisini ideal ilişki fantezisiyle karıştırmaktadır. Öteki bu sayede, öznenin tatmin ihtiyacının bir aracına dönüşmüştür. Özne, ötekini sevmeyi seçtiğinde bir kişiyi sevmez, benliğinin ihtiyacı olan ideali temsil edeni, benliğinin istediği tatmini sağlayacağını düşündüğü birini sever. Aşkın ilk özelliğidir bu; özne, aşkla ilgili meselesinde, yani nesne seçiminde bilinçdışı fanteziler tarafından yönlendirilir ve bu özneyi her defasında benzer kişilerle buluşturur. Recalcati, bilinçdışı fantezilerin getirdiği bu tekrarı şöyle açıklar: “Bir erkeğe ya da bir kadına duyulan aşk, babaya ya da anneye duyulan çocuksu Ödipal aşkın bir kopyasıdır. Psikanalitik tedavi her seferinde, sevgi bağlarını bilinçsizce değiştirmek için müdahale eden bu tekrarın başlangıç noktasını bulabilir” Bu nedenle de analiz, öznede hayal kırıklığı yaratan aşkın genellikle en idealize edilmiş aşk olduğunu ve semptomatik bir biçimde tekrarladığını ortaya koymuştur.

‘AŞK ÖZÜNDE NARSİSİSTTİR’

Hem Freud hem de Lacan için aşk, özünde narsisist bir meseledir. Freud için aşkın temelinde kişinin kendisine duyduğu sevgi yatarken, Lacan içinse aşk, öznede olmayan şeyi vermesi ya da ötekinden bu şeyi talep etmesi demektir: “Ben eksik bir özneyim, senden beni tamamlamanı talep ediyorum”. Yani özne, ötekinde olmayı düşlediği ancak olamadığı şeyi sever ve talep eder. Bir süre sonra özne şu hakikatle karşılaşır: Olamadığı şey, istediği şey, ötekinde de yoktur, öteki de eksiktir. Paradoks bu noktada başlar. Özne kendi eksikliğini tamamlamak için öteki’ne olan aktarımını fanteziler ve eylemler aracılığıyla yüceltirken kendisini daha fazla eksikle ilişkiye sokar, kendisini yoksunlaştırır.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde aşk üzerine çeşitli durumlara değinen Recalcati, okurlarına şu can alıcı soruyu sorar: “Ötekinde sevdiğimiz şey nedir?” Ona göre, bu soruya hangi cevabı verirsek verelim, özne gibi cevap da hep eksik kalacaktır. Çünkü aşk, sevilenin varlığını aşan bir durumdur. Dolayısıyla aşk, farklılığı hesaba katmadıkça kişilerin ilişkilenmesinde yanılsamalı durumuna devam edecektir. Peki bu fark(lılık) nasıl keşfedilir? Ötekinin yaşamı hakkında bir şeyleri bilmeyi arzulamak, öznenin kendisini sevildiğini garantilemesi değil, öznenin kendi narsisist perdesini yıkma girişimidir. Bu perde açıldıkça, ördüğü duvar yıkıldıkça özne, ötekinin dünyasıyla karşılaşır ve kendisine tatmin sağladığı nesnesel aktarımı çekerek başka bir dünyanın var olduğunu keşfeder. İki’den bir olamayacağını, farklılığın eksiklikte yattığını anlar. Colette Soler’in deyimiyle, aşk aslında iki eksiğin karşılaşmasıdır. Recalcati’ye göre de, eksikliği taşıyan aşkın eylemi sahip olmak değildir, aksine teslim olmak, kendini kaybetmek, ötekine çekincesiz bir şekilde maruz kalmaktır.

AŞK, TRAVMA VE YAS…

Recalcati, kitabın devamında okuyucularına bir gerçeği daha hatırlatır: “Hiçbir aşk, hatta sonsuza dek sürmeyi vaat eden aşk bile, sona erme riskinden muaf değildir”. Çünkü özne, ötekine yönelik eyleminde, her zaman bir dışarıda kalan olarak aşkı deneyimlemektedir: Özne ya kendini ötekinden mahrum bırakır ya da ötekini kendisinden mahrum bırakır. Dolayısıyla partnerler arasındaki ilişkide esas olan işleyiş aslında asimetriktir: “Bende ne eksik?” ya da “Bende ne fazla?” gibi sorular bu asimetrik işleyişi temel alan sorulardan sadece birkaçıdır. Recalcati, öznenin bu soruları sormaya başladığı andan itibaren ötekine ilişkin kırılmaların başladığını, boşlukların oluştuğunu vurgular. Özne, temel aldığı, aktarım yaptığı ötekine olan inancın yitirilmesinin akabinde, travmatik deneyimin meydana geldiğini belirtir. Ona göre, aşk ilişkisinde yaşanan travmatik deneyiminin kalbini oluşturan şey budur: Ötekine duyulan kesinlik ve inancın oluşturduğu temel sarsılmıştır ve öznenin ruhsallığında bir yara açmıştır.

Recalcati’ye göre travma da büyük aşklar gibi, sonsuza dek var olmak istemektedir çünkü meselenin en başında eksikle karşılaşma ve ardından gelen tekrarlama yatmaktadır. Travma, öznenin yaşamında kendini tekrarlamakta ve özneyi yaralamakta ısrar eden şeydir. Bu yaranın zulmedici ve unutulmaz bir işleyişe dönüşmemesi öznenin yas çalışmasını sağlıklı bir biçimde yönetmesi gerekmektedir. Çünkü sevilen öteki, özneyi terk etmiştir ve mevcudiyetinin kaybı, travmatik bir tutulmaya uğramıştır. Özne, öteki’nin ruhsallığında, bedeninde hatta dünyasında açtığı bir uçurumla karşı karşıya kalmıştır. Yas tutmada ise artık orada olmayanın simgeselleştirilmesi için gereken şey öznenin içinde cereyan etmektedir. Çünkü özne, ötekinin eksikliğini her zaman ve yalnızca içinde yaşamaktadır. Recalcati’ye göre yas çalışması başarılı bir şekilde sürdürüldüğünde kayıp nesne gerçekten de kaybolur. Bu nesne özneyi terk etmiştir ve özne de bu kaybın acısını çekmiştir. Kayıp nesnenin temsil ettiği şey, artık başka bir yerde, yaşam olarak filizlenir, bu nedenle de öznenin dünyası yeni bir biçim alır.

GÜNÜMÜZDE AŞK

Teknoloji her geçen gün kendini dönüştürdüğü gibi, onunla etkileşim içerisinde bulunan insanları ve ilişkilerini de dönüştürmüştür. Sosyal medya ve partner bulma uygulamaları, kişisel performansı sergilemeyi ve aşk nesnesinin sürekli değiştirilmesini, yani tüketimi zorunlu kılmaktadır. Recalcati’ye göre, günümüzde artık insanlar aşk başta olmak üzere hiçbir nesnenin kaybına üzülmemekte ve nesneye yönelik kaybın yasını yaşamamaktadır. İnsanlar günümüzde, en kısa sürede kaybolanın yerine yenisini getirmek için uğraşmaktadır.

Öznenin arzusal hareketinde bir nesneden diğerine yönelmesi yanılsamadan başka bir şey değildir. Her zaman daha iyisini bulmak için elinde bulunanı gözden çıkarmak, en iyi aşkı yaşamak için ötekinden ötekine gitmek bulmaya değil, ertelemeye yönelik bir hamledir. Recalcati için bu işleyiş içerisinde bağ kurmak, mümkün olduğunda çabuk değiştirilmesi gereken bir duruma dönüşmüştür. Bazı insanlar bir bağ arayışı neticesinde ötekilerle sıkça karşılaşmaktayken bazı insanlar ise tek bir bağ içinde kalmak için daha fazla mücadele vermektedir. Recalcati, bu durumu şu sözlerle açıklar: “Aynı olanın sıkıcı tekrarına bir çare olarak yeni olan, hayatı her zaman aynı tatmin eksikliğine geri götürür. Sürekli partner değiştirme sarmalına yakalanmış hastaların şikayet ettiği şey budur”.

Her yeni karşılaşma, öznenin “Aradığım ideal bu mu?” sorusuyla muhatap olmasına neden olur ve Recalcati’nin de belirttiği gibi her karşılaşmada özne, bu yeni aşkı ideal, umut dolu, farklı ve benzersiz olarak tanımlar ancak her seferinde, hem de kısa bir süre içinde hayal kırıklığı yarattığını, yetersiz bulduğunu ve diğerlerinin aynısı olduğunu görür.

Yukarıdaki işleyiş bir noktadan sonra özneye, ötekiyle karşılaşmaması gerektiğini çünkü karşılaşsa bile artık aşkı bulamayacağı yanılsamasını da beraberinde getirir. Ancak gerçek şu ki, öteki ile bağ kurmaktan kaçınmak, yalnızlığı kabul etmek değildir. Recalcati’ye göre, yalnız kalmak, genellikle şikayet ettikleri gibi, bir acı kaynağı değil, her aşk karşılaşmasının dayattığı ötekinin arzusuna maruz kalmanın kaygı uyandıran tehlikesinden kaçınmanın bilinçdışı yoludur.

Recalcati kitap boyunca, yukarıdaki değerlendirmelerimin dışında aşkın birçok boyutunu, özellikle de günümüzde yaşanan ihanetlerin nedenleri ve ihanetin ardından gelen bağışlama biçimlerini aktarmaya çalışır. Aşkın öznel ve kolektif işleyişini anlamlandırmak, günümüz ilişkilerini sorgulamak için kitabın satır aralarında kaybolmak gerekir. Ben de bu nedenle çok uzatmadan, Recalcati’nin başka bir can alıcı cümlesiyle yazıyı sonlandırmak istiyorum: “Aşka sahip olamayız ancak onun tarafından sahipleniriz”

* The College of Psychoanalysts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir