Bülent Eczacıbaşı yeni kitabı ‘Biraz Daha Düşününce’de daha önceki kitapları ‘İşim Gücüm Budur Benim’ (2018) ve ‘Aklımızda Bulunsun’da (2022) olduğu gibi yine iş hayatında edindiği tecrübeleri aktarıyor. Yapı Kredi Yayınları etiketiyle yayımlanan kitap 2022 tarihli ‘Aklımızda Bulunsun’un devamı niteliğinde. Eczacıbaşı ile denemelerinden yola çıkarak hem hayatı hem de 50 yıllık iş tecrübesi üzerine sohbet ettik.
“Nasıl zaman buluyorsunuz” diye sormayacağım ama yazma tutkunuzu nasıl canlı tutuyorsunuz?
Yazmaktan daha önemlisi düşünmek. İşlerin, olayların akışı içinde çeşitli konular insanın aklını meşgul ediyor. Onlar üzerinde herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda düşünüyoruz, bazen araştırıyoruz, bazı görüşler aklımızda şekilleniyor. Onları kâğıda dökmek fazla vakit alan bir şey değil, çok zor da değil.
İşinsanı olarak 50 yılı geride bıraktınız. Kitapta da anılarınız aracılığıyla sık sık bu yıllara yolculuğa çıkıyoruz. Siz ‘İş İnsanları İçin Denemeler’ altbaşlığını uygun görmüşsünüz ama gerçekten de bu kitabın hedef kitlesi sadece işinsanları mı?
Kitaptaki denemelerin konuları bazen iş dünyası ve yönetim konularının dışına çıkıyor. Ama bu, o konuların işinsanlarını ilgilendirmediği anlamını bence taşımamalı. Son kitabımda müzik, fotoğrafçılık, felsefe, edebiyat, hatta kediler hak-
kında yazılar var. Ama bunların hepsinin işinsanının dünyasına
nasıl dokunduğuna da değindim. İşinsanlarının sadece ekonomi ve yönetim konularıyla ilgilenmeleri gerektiği görüşünde de değilim.
İlgi alanları geniş olan, çok çeşitli konulara merak duyan insanların avantaj sahibi olduklarına inanıyorum, buna işinsanları da dahil.
‘Büyüme Bağımlılığı’ hakkındaki yazınızla ilgili, ekimde Hürriyet Pazar’da bir haber vardı; “Degrowth yani büyümeme fikrini savunanlara göre ‘yavaşla’ düğmesine basma zamanı geldi” diyorduk. Siz bu paradigmaya işaret edip farklı bir şey öneriyorsunuz.?
‘Degrowth’, yani ‘büyümeme’ kavramını teorik olarak çok çekici ancak dünyamızın koşullarında gerçekçilikten uzak buluyorum.
Her şey büyüme paradigması üzerine kurulu olmasaydı belki pratikte bir değeri olurdu. Büyümenin her zaman refah ve hatta sonunda eşitlik getireceği beklentisiyle bugünlere geldik. Ancak büyüme aynı zamanda ‘güç’ anlamına geliyor. Dünyada kişiler, kurumlar ve ülkeler güç yarışını bırakamadıkları sürece ‘degrowth’ peşinde koşmak bir hayal gibi gözüküyor. Bugünkü koşullarda ‘sürdürülebilir büyüme’yi amaçlamak daha gerçekçi. Ama orada da önümüzde ciddi engeller var. Emisyon hedefleri, üretim kotaları koyarak, bunları teşviklerle ve cezalarla zorlayarak nereye varacağımızı bilemiyorum. Yazılarımdan birinin başlığında belirttiğim gibi ‘havuç ve sopayla parlak yarınlara’ varabileceğimiz konusunda kuşkuluyum. Servetleri büyütmeyi en ulvi yaşam amacı kabul ettiğimiz, refahı tüketimle ölçmekten vazgeçmediğimiz, kısıtlamaların getirdiği yükü kimlerin taşıyacağının kavgasını yaptığımız sürece çıkarlarına dokunulanların lobileri çalışacak, siyasi partilere hâkim olacaklar, iktidar mücadelesi yapacaklar. Doğayla kazanamayacağımız savaşa son verip barış yapmadıkça gerçek çözümü bulamayacağız. Çok daha büyük bir uyanışa ve insanla doğa arasındaki ilişkiyi yeniden düzenlemeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Bülent Eczacıbaşı’nın 2022’de açılan ‘Dönüşümden Yansımalar: Yeni İstanbul Modern’e Doğru’ sergisinden…
‘GÜÇLÜ, ETKİLİ, ŞEFFAF, ADİL…’
Hem kendi şirketlerinizdeki krizleri hem de ülkemizin krizlerini hesaba katarak cevaplayacak olsanız, sizce krizlerle yoğrulan Türk çalışanlar kitapta alıntıladığınız Nietzsche’nin deyişindeki gibi öncü şirketlerde çalışacak kadar güçlenip tecrübeleniyorlar mı, yoksa ‘kriz yorgunu’ olarak daha kırılgan bir duruma mı düşüyorlar?
İkisi de geçerli bence, çünkü bir yandan krizlerle baş etme gücümüz artıyor, öte yandan büyüme potansiyelimizin çok gerisinde kalıyoruz, yapmamız gereken yatırımları yapamıyoruz. Krizlerle mücadele işlerimiz arasında ön plana geçince uzun vadeyi düşünmek, inovasyona yatırım yapmak gibi yaşamsal konular geride kalıyor.
İşinsanlığı sizin genetiğinizde var, evet ama başka bir ailede Bülent Eczacıbaşı yine işinsanı olur muydu? Yoksa farklı bir tutkunuzun peşinden gitmek o durumda daha mı mümkün olurdu?
Başka bir ailede olsaydım herhalde işinsanı olmazdım. Gençlik yıllarımın büyük tutkuları fizik ve matematik beni büyük olasılıkla araştırmaya veya akademik kariyere yönlendirirdi. Ama ailemizin kimliği ve babamın kişiliği benim gözümde işinsanı olmayı çok daha büyük bir ideal haline getirdi.
Şirketlerin kurumsallaşmasının neden önemli olduğunu anlatıyorsunuz. Ancak içinde bulunduğumuz popülist siyaset döneminde devlet kurumları bile eski günlerinden geriye gidiyor. Sadece ülkemizde değil, ABD’de de…
Kurumlar toplumların temel yapıtaşlarıdır. İşlevsiz ve zayıf kurumlar toplumsal düzenin bozulmasına yol açar. Güçlü, etkili, şeffaf ve adil işleyen kurumların toplumların en büyük hazinesi olduğuna inanıyorum. Gerek kamuda gerekse özel kesimde, devlete veya toplumsal yaşama katkıda bulunan, sağlam ve kalıcı kurumlar yaratmanın ve var olanları korumanın topluma yapabileceğimiz en büyük hizmet olduğunu düşünüyorum.
Filantropist (Bülent Bey bu kelimeyi kitabında “Hayırseverliğin bir biçimi; hayırseverlik ise insan varoluşunun temel niteliklerinden biri olan diğerkâmlığın bir sonucu” şeklinde tanımlıyor) olarak anılmaya itirazınız var…
Geçen yüzyılın sonlarına kadar hâkim olan düşünce, katıksız pazar ekonomisiyle kendi çıkarları için çalışan insanların tüm dünyayı refaha kavuşturacağı yönündeydi. Son dönemlerde bu inanç biraz değişti, katıksız pazar ekonomisiyle iyi niyetli özverilerin insanlığı refaha kavuşturacağına inanmaya başladık. Devasa projeler gerçekleştiren milyarder filantropistler dikkat çekmeye başladı. Filantropi artık “Ben her şeyi çözerim” diyen büyük filantropistlerin isimleri ve yaklaşımlarıyla özdeşleşmiş durumda. Bu ‘Filantropistler Kulübü’nün çok küçük de olsa bir üyesi olarak görülmekten biraz rahatsızlık duyuyorum. Ben değişim ümidini aklı başında kamu yöneticilerinin yapacakları reformlarda, yurttaşların demokratik katılımında, hukuk devletinin kanatları altında serbest rekabetin gücünden yararlanan sistemlerde, devlet, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının birlikte geliştireceği inovasyonu hızlandıran uygulamalarda, uluslararası işbirliğinde görüyorum.
‘USTALARLA HERHANGİ BİR KONUDA YARIŞMAYA KALKMAYI ÖNERMİYORUM’
Emeklilik hayali kuruyor musunuz? Nasıl bir emeklilik yaşamak isterdiniz? Okuma ve yazmaya ayrılmış saatler mi, yoksa daha çok seyahat edip daha çok insan tanımak, fotoğraf çekmek mi sizi mutlu eder?
Saydıklarınızın hepsine daha çok vakit ayırmama imkân veren ama iş yaşamından da beni tamamen koparmayan bir emeklilik hayal ederim. Bunun önkoşulu tabii sağlık.
Bu arada ne yazarlık ne de fotoğrafçılık tanımlarını hak ettiğinizi yazmışsınız…?
Hem yazarlık hem de fotoğrafçılık benim hobi olarak yaptığım şeyler. Bir işinsanıyım, vaktimin bütününe yakın kısmını işlerime ve aileme, mümkün olduğu kadar da dostlarıma ayırıyorum. Hobi olarak yaptığım işlerde çok büyük bir ustalık düzeyine ulaşmayı bekleyemem. Ustalarla ve profesyonellerle herhangi bir konuda yarışmaya kalkmayı işinsanlarına önermiyorum. Hobiler hobi olarak kalmalı, işlerimizin getirdiği yükler ve ailemize ayıracağımız zaman bir yaşamı doldurmaya yeterli oluyor.
Denemelerinizin bir özelliği okurunuza bir ‘okuma listesi’ de vermeniz. Yani okuma meraklıları sizin alıntıladığınız isimlerin eserlerine elbette bakacaktır. Peki, siz okuma alışkanlığınız hakkında bize neler anlatabilirsiniz?
Benim okuma alışkanlığım gençlik yıllarıma, hatta çocukluk yıllarıma dayanıyor. Ne ağır ders yükü, ne iş yaşamı, ne televizyon ne de sosyal medya beni bundan vazgeçirebildi. Çeşitli etkenlerle okuma alışkanlığının gençler arasında azalmakta olduğunu gösteren işaretler karşısında üzüntü duyuyorum. Yazılarımda adı geçen kitaplar ve yazarlar okurlarımın ufkunu açarsa ve onlara bir şeyler kazandırırsa bundan mutluluk duyarım.