Abdullah Esin
“2020 yılı, Amerika Birleşik Devletleri ve tüm demokratik ulusların tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu yıl, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan liberal hegemonyanın sona erdiği yıl olarak kayıtlara geçmiştir. Amerika’nın büyük liberal kurumları neredeyse istisnasız bir şekilde, geçmişin günahlarından arınmış bir gelecek vaat eden, ancak yalnızca sefalet ve acı getirecek olan bir tür neo-Marksizm’i (“ırkçılık-karşıtlığı” veya “wokeizm” olarak da adlandırılır) benimsemiştir.
Bugün itibarıyla, en önemli medya kuruluşları, üniversiteler ve okullar, büyük teknoloji şirketleri, büyük çaplı şirketler ve hatta devlet bürokrasileri, istihbarat teşkilatları ve ordu, bu yeni ırk ve cinsiyet teorilerini içeren neo-Marksizmi kabul etmekte ya da kutlamaktadır. Aynı yıl, Çin Halk Cumhuriyeti de Amerika’yı her alanda geride bırakma ve kendi baskıcı, emperyal düzenini Çin merkezli bir dünya düzeni olarak kurma hedefini açıkça dile getirmeye başlamıştır.”
Bu sözler, “milliyetçi muhafazakârlık” [national conservatism] olarak adlandırılan yeni bir ideolojiyi hem teorik hem de pratik düzlemde geliştirmeyi ve genişletmeyi hedefleyen ABD merkezli Edmund Burke Foundation Başkanı Yoram Hazony’e ait. ABD’de Donald Trump’tan Macaristan’da Victor Orban’a, Polonya’da Mateusz Morawiecki’den Birleşik Krallık’ta Nigel Farage’e kadar dünyada yükselmekte olan aşırı sağ hareketin evrensel ideolojisi olma yolundaki milliyetçi muhafazakârlık, MAGA (Make America Great Again) hareketinin seçim zaferinin ardından daha da önem kazandı.
1980’lerde ABD’de Ronald Reagan ve Birleşik Krallık’ta Margaret Thatcher’ın liderliğini üstlendiği neoliberalizm, temelinde piyasa serbestisi ve bireysel özgürlüklerin olduğu yeni bir muhafazakârlığı ana akım siyasete taşımıştı. Devleti küçültmeyi, küreselleşmeyi hızlandırmayı, piyasaları serbestleştirmeyi ve bireysel özgürlükleri korumayı vaat eden bu neoliberal muhafazakârlık, tam 44 yıl sonra yerini artık daha milliyetçi, küreselleşme karşıtı, ulus devleti geri getirmeyi vaat eden, aileyi bireylere önceleyen ve hepsinden önemlisi neoliberalizmin yarattığı veya dönüştürdüğü ulusal ve uluslararası kurumları düşman olarak gören yeni bir muhafazakârlığa bırakıyor. Belki hepsinden daha da önemlisi, milliyetçi muhafazakârlık “parlak bir gelecek vaadi yerine eski ışıltılı günlere dönüş özlemini”[1] köpürtüyor, seçmenlerine geleceği değil eski güzel günlere dönüşü vadediyor.
Milliyetçi-muhafazakârlığın ilkeleri ve hedefleri
Milliyetçi-muhafazakârlığa ilişkin yayınlar, haberler, etkinlikler gibi tüm detayların yer aldığı internet sitesinde, bu ideolojik hareketin 10 temel ilkesi açıklanıyor. “Biz, millet fikrini benimsiyoruz çünkü bağımsız milletlerden oluşan bir dünyanın küreselci ideolojilere karşı tek alternatif olduğuna inanıyoruz” denilen doktrin niteliğindeki metinde hareketin 10 temel ilkesi açıklanıyor.[2]
- Ulusal bağımsızlık
- Emperyalizm ve küreselleşme karşıtlığı
- Ulusal hükümetler
- Tanrı ve din
- Hukukun üstünlüğü
- Hür teşebbüs
- Kamu kaynaklarıyla araştırma-geliştirme
- Aile ve çocuk
- Düzensiz göç karşıtlığı
- Irk
ABD’den Avrupa’ya, Türkiye’den Hindistan’a kadar otoriter rejimlerin güçlü bir toplumsal destek üzerinde yükselişinin temelinde de henüz tam olarak doktrine edilmemiş ve hakkında yeterince çalışma yapılmamış milliyetçi-muhafazakârlık yer alıyor. Ulus devletin yetki ve güçlerinin uluslararası kurumlara devredildiğini, ulusal ve uluslararası kurumların küreselleşmeci-liberal-woke elitler tarafından ele geçirildiğini ve aslında milletin kaynaklarının bu yozlaşmış elitler tarafından milletin aleyhine kullanıldığını iddia eden bu ideoloji, seçimleri de kendi politikalarını hayata geçirmek için değil, devleti ele geçirerek kökten dönüştürmek için kazanmak istiyor. Dolayısıyla milliyetçi-muhafazakârlar için her seçim, ülkelerinin ve milletlerinin düşmanı olan küreselleşmeci elitlerin tahakkümü altındaki devlet aygıtına ve uluslararası kurumlara karşı bir savaş olarak görülüyor. Bu zihniyet, siyaseti “sıfır-toplamlı bir oyun” olarak gördüğü için seçim kazanmak veya kaybetmek de bir savaşa dönüşüyor. 2021 yılında Donald Trump’ın seçimi kaybetmesinin ardından sonuçları kabul etmemesi ve destekçilerinin Kongre binasını basması milliyetçi-muhafazakârlığın, demokrasinin en temel vaatlerinden olan “iktidarın barışçıl şekilde el değiştirmesi” kuralına nasıl karşı çıktığının ve demokrasileri zehirlediğinin en net örneği.
Milliyetçi-muhafazakârlık temelde karşıtlıklardan besleniyor. Milliyetçi muhafazakârlar; düzensiz göç, LGBTİ+ hareketi, kadın hareketi, küreselleşme ve uluslararası kurumlara karşı keskin bir karşıtlık içerisinde. Birleşik Krallık’taki Brexit hareketinin “İngiltere’nin yeniden İngilizlere ait olması” ve “Brüksel’deki elitlere karşı egemenliğin yeniden İngilizlere verilmesi” sloganları etrafında birleşmesi milliyetçi-muhafazakârlığın ideolojik zeminine ilişkin önemli ipuçları veriyor. Buna karşın gücü sınırlanmış ve küreselleşmeci liberal elitler tarafından ele geçirildiği düşünülen devleti yeniden ele geçirme, gücünü tahkim etme, ekonomiden sosyal hayata kadar devletin rolünü artırma ve müdahale sahasını genişletme, uluslararası kurumları zayıflatma ve mümkünse yok etme, dini değerleri, geleneksel aile yapısını ve sosyal hiyerarşiyi koruma ve açıkça belirtilmese de erkek-egemen sosyal düzeni yeniden inşa etme temel değer önerilerini oluşturuyor. Özetlemek gerekirse, milliyetçi-muhafazakârlar bugün ilerlemeci (progressive) olarak adlandırılan tüm siyasi ve sosyal değerlerin ‘anti’si olarak konumlanıyor.
2008 Krizi ve Çin’in yükselişi
Milliyetçi-muhafazakârlığın kapitalist Batı ülkelerinde yükselişinin ve iktidara gelişinin temelinde iki önemli ekonomi-politik gelişmenin olduğunu söyleyebiliriz: 2008 Finansal Krizi ve Çin’in ABD hegemonyasına güçlü bir rakip olarak yükselişi.
2008 Finansal Krizi’nin özellikle merkez kapitalist ülkelerde yarattığı ekonomik yıkım ve derinleşen bölüşüm krizine merkez partilerin etkin çözümler üretememesi hem radikal partilerin yükselişini tetikledi hem de neoliberalizmin “teknokratik ekonomi yönetimi” modelinin toplumsal meşruiyetini yitirmesine neden oldu. Çin’in siyasi ve ekonomik yükselişi ise yine en çok merkez kapitalist ülkeleri olumsuz etkiledi. Başta ABD olmak üzere sanayisizleşme (deindustrialization) olarak adlandırılan sanayi üretiminin merkez kapitalist ülkelerden yarı-çevre ülkelere kayması, reel ücretlerin gerilemesi ve işsizliğin artmasına karşın yine merkez partilerin Çin’in yükselişinin ve küreselleşmenin yarattığı bu ekonomik etkileri önleyememesi radikal partilere güç kazandırdı.
Bu iki küresel ekonomi-politik kırılmanın iki önemli sonuç ürettiğini söylemek mümkün. Birincisi, ulusal güvenlik ile ekonomik güvenliğin iç içe geçerek ulusal güvenlik kavramının kapsamının sürekli olarak genişlemesi. Ekonomi yönetimi başta olmak üzere bağımsız kurumlara yönelik toplumsal güvenin kaybolması ve radikal siyasi hareketlerin direkt olarak devleti ve kurumlarını ele geçirme hedefini bu başlık altında değerlendirebiliriz.
Çin’in ABD hegemonyasına meydan okuyan yükselişi, bir yandan ABD ve Batı Avrupa’da sanayisizleşmeye ve kritik teknolojilerde üstünlüğün kaybedilmesine neden olurken diğer yandan siyasi ve askeri güvenlik kaygılarını da artırdı. Hem artan işsizlik ve gerileyen reel ücretlerin hem de siyasi ve askeri bir hegemonya krizine girilmesinin nedeni olarak Çin’in görülmesi, siyasi ve ekonomik güvenliği birbirinden ayrılmaz alanlar hâline getirdi.[3] Bu durum, bir yandan siyasi söylemlerin keskinliğini artırıp toplumsal kutuplaşmayı körüklerken, diğer yandan milliyetçi-muhafazakâr aktörlerin anti-demokratik ve hukuk dışı eylemlerini “ulusal güvenlik” şemsiyesi altında meşrulaştırmasına da zemin hazırladı. Siyasetin referans noktasının demokrasi ve hukuktan ulusal güvenliğe kayması milliyetçi-muhafazakârların devleti ele geçirmesine ve toplu tasfiye yöntemleriyle yeni bir kadrolaşma hareketi başlatmasına meşruiyet kazandırdı. Bugün ABD’de Donald Trump’ın devlet bürokrasisini yeniden şekillendirme, memur kadrolarını tasfiyelerle değiştirme ve hatta FED’in faiz kararlarına müdahale etme talebinin arkasında da bu ulusal güvenlik anlayışının yarattığı toplumsal meşruiyet yer alıyor.
İkinci önemli sonuç ise işçi sınıfının milliyetçi-muhafazakâr siyasi hareketlere yönelmesi. ABD’de MAGA hareketinin, Birleşik Krallık’ta ise Brexit’in bel kemiğini oluşturan düşük eğitimli, düşük gelir grubuna mensup beyaz seçmenlerin neden milliyetçi-muhafazakâr siyaseti benimsediği sorusunun cevabı da aslında bu dönüşümde yatıyor. Establishment olarak tanımlanan yerleşik parti ve kurumların derin siyasi ve ekonomik krizlere cevap verememesi, buna karşın radikal sağın devletin gücünü yeniden tahkim etme vaadiyle işsizlikten geleneksel değerlere kadar eski ışıltılı günleri yeniden getireceği vaadi işçi sınıfının desteğini kazanmasını sağlıyor. ABD’de eski Başkan Joe Biden’ın Inflation Reduction Act gibi ekonomik hamlelerle kırsal bölgelerde sanayi üretimi ve altyapıyı yeniden canlandırma planı her ne kadar partisinin işçi sınıfı arasında eriyen popülaritesini yeniden kazandırmayı hedeflese de bu hamleler beklenen sonucu veremedi. Trump’ın Çin’e karşı tavizsiz duruşu, sanayi üretimi ve teknolojik üstünlüğü yeniden ABD’ye getirme vaadi, enflasyonu düşürmede ve reel ücretleri artırmada yetersiz gördüğü FED’in faiz kararlarına müdahale edeceğini açıklaması ve başta NATO olmak üzere uluslararası kurumlara ayrılan kaynağı azaltmaya yönelik hamleleri ABD işçi sınıfının desteğini kazanmasında büyük öneme sahip.
The New Right
1980’lerin başında Reagan ve Thatcher’ın liderliğini üstlendiği “The New Right”, ekonomiden siyasete, sosyal hayattan uluslararası sisteme kadar tüm dünyayı derinden etkiledi ve dönüştürdü. 40 yıl boyunca bu dönüşümün yarattığı etkiye karşı oluşan tepki, beklendiği üzere sol bir hareketten ziyade kendini daha da sağ bir hareket olan milliyetçi-muhafazakârlıkta gösterdi. Uluslararası kurumları ve anlaşmaları ulusal egemenliğe karşı bir engelleme olarak gören, geleneksel dini ve aile değerlerini yeniden güçlendirmek isteyen ve belki de hepsinden önemlisi devleti ve ulusal güvenliği bireysel hak ve özgürlüklerin önüne koyan bu yeni siyasi hareket belki de liberal demokrasinin en zor sınavı olabilir. Gücünü ve toplumsal meşruiyetini liberal demokrasinin krizlerinden ve yetersizliğinden alan milliyetçi-muhafazakârlık, demokratik kurumları ve kuralları küreselleşmeci ve woke bir çete tarafından ele geçirilen kaleler olarak görüyor. Seçimlerin de bu kaleleri ele geçirmek ve yıkmak için toplumdan yetki ve meşruiyet almanın bir aracı olduğunu düşünüyor. Donald Trump’ın başına Elon Musk’ı atadığı “Government Effiency Commission”ın devlet kurumlarını ve memurlarını dönüştürme projesi, liberal demokrasi ve onun kalesi olan kurumların milliyetçi-muhafazakârlara karşı savaşının en belirgin sahnesi olacak. Bu mücadele süreci de sonucundan bağımsız şekilde kurumlara dayalı liberal demokrasi paradigmasının radikal bir şekilde dönüşmesine neden olacak.
Önümüzdeki hafta da Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’a Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazandıran kurumlar ve demokrasi ilişkisine daha farklı bir perspektiften bakarak kurumların hem demokrasinin krizine hem de otoriterleşmenin güçlenmesine etkisini tartışacağım.
[1] https://www.economist.com/leaders/2024/02/15/the-growing-peril-of-national-conservatism
[2] https://nationalconservatism.org/national-conservatism-a-statement-of-principles/
[3] https://www.foreignaffairs.com/united-states/how-everything-became-national-security-drezner