‘Bazen bir öyküyü anlamak için çukura inmek gerekmez mi?’

Çağdaşımız yazarlardan Samanta Schweblin, eserlerinde kurduğu gerçek ve gerçeküstü dünya arasındaki bağ ile dikkat çekmektedir. İnsanın iç dünyasını imgeler yoluyla ve örtük bir anlatımla işler, derinleştirir, kurmaca okurunu kendi içine bakmaya zorlar. Kendine özgü kurduğu dil dünyasıyla yazar, ‘Kurtarma Mesafesi’ ve ‘Kentukiler’ adlı romanlarında, ‘Ağızdaki Kuşlar’ ve ‘Yedi Boş Ev’ adlı öykü kitaplarında okurun içindeki boşluklara, eksikliklere ve yıpranmışlıklara gözünü diker ve tüm eserleri boyunca da ayırmaz. Huzursuz edici atmosferi, sıradan ama tekinsiz olayları, gerçeküstü unsurları ve psikolojik altyapısıyla Schweblin, okuru rahat bırakmaz. ‘Ağızdaki Kuşlar’ kitabında yer alan “Kazıcı” isimli öyküsü de okurun yakasından düşmeyen bir sorular silsilesiyle kendini göstermektedir.

Dinlenmeye ihtiyacı olduğu için sakin bir sahil kasabasında ev kiralayan ana karakterle tanışmamızla başlar hikaye. Anlatıcı o değildir ama bütün hikaye onun etrafında örülüdür. Şehirden birçok nedenle bunalmış olabilecek bu karakterin kadın ya da erkek olduğunu net olarak anlayamaz okur, zaten bu önemli de değildir. Yolu, izi çok belli olmayan bu eve yaklaştığında insanlardan uzaklaşmaya da ihtiyacı olduğunu düşünür -ki yolu kapatan çalılar nedeniyle arabadan inip yürüyerek eve yaklaşmak zorunda kalmıştır.- Sıradan bir olaya işaret eder hikaye, ta ki ana karakterin çalılar arasında ayağının takılmasıyla tanıştığı kazıcıya kadar.

Ağızdaki Kuşlar, Samanta Schweblin, Çevirmen: Emrah İmre, Can Yayınları, 2018.

Bu yürüyüşün hemen başında onun için çukur kazan bir adamla karşılaşmıştır ve o adamın ilk işi, biraz övünçle biraz da tamamlayamamış olmanın verdiği mahcubiyetle bu çukuru takdim etmek olur. Kafka’nın ‘Şato’sundaki ikizleri andıran tekinsiz, iş gören ama ne için orada olduğu çok da belli olmayan bir kazıcıdır bu.

Ana karakter hemen öykünün başında derin bir çukura bakarken bulur kendini. Kazıcı kimdir, çukur neden kazılmaktadır, kazıcının sipariş edilmiş gibi konuşmasına rağmen çukurun varlığı ne işe yarayacaktır? Bütün bu soruları hikayeye aralıklarla katan yazar, okurun bir zihinsel kaçışı düşünmesini mi istemektedir?

Kazıcı ana karakter için, hatta ondan gelen bir talimat üzerineymişçesine bir çukur kazmaktadır ama henüz bitirememiştir. Yetiştiremediği için biraz mahcup mazeretler bildirmektedir. Bir metre çapındaki bu çukura bakarken buluruz iki karakteri ve kazıcı ana karakterin o çukura inmesi için ısrar eder. İşte okurun bu çukura yüklediği anlam bu öyküyü okura katacak olan noktadır. Bir sembolün hikaye içine yerleşimi ve işlenişi her zaman bir katman açarken, muğlaklığı ama pek çok kişide farklı şekilde tezahürüne imkân sağlamasıyla doğru seçildiğinde öyküye yadsınamaz bir değer katacaktır. Çukuru okur ne olarak düşünürse düşünsün, bu sembol etrafında dönen huzursuz edici duygu kendini hissettirecektir. Herkesin hayatında bir kazıcıdan kazmasını isteyebileceği bir çukur, bir neden ve onu anlayamayıp varlığından rahatsız olma duygusu var olabilecektir. Yazar, çukur ve kazıcı etrafında tutarlı bir şekilde hikayeyi kurarak okura böyle bir yerde karşılaşacağı kendi çukurunun ne olabileceğini düşündürür. Üstelik kasabada başkaları da bu kazıcı ve çukuru bilir ve garipsemez.

Karakterimiz küreğini hiç yanından ayırmayan bu kazıcıyı o kısacık, geçici, günlük hayatının içine de katar, birlikte sahile bile giderler. Ana karakter, var olan bir plana işaret eden, verandasında uyuyan, onun çevresinde hayatını devam ettiren, ama kendi yaşam alanına sokmadığı bu kazıcıyı sahilde kaybettiğinde de rahatsız olur. Kazıcı ortadan kaybolduğunda çukuru incelemeye koyulur. Bu derin çukur nasıl yapılmıştır, neden vardır ve var olmaya devam edecek midir? Tam bu aşamada hikayede bir katman daha açılır. İçine çok emek harcandığı anlaşılan bu çukura düşmemek kadar, bozulan çukuru tamir etmek de karakterimiz için önemli olacak mıdır? Kazıcı kazan birinin daha olmasından endişelidir. Ayrıca karakterin yardım teklifiyle de kendi çukurunu kendinin kazıp kazamayacağı önem kazanır. Böylece hikayede bir katman daha oluşur. Çukur etrafında dönen diyaloglarla onun anlamına boyut katan bilgiler kısım kısım açılır. Bu bilgiler okuru imge dünyasında çukurun yerini düşünmeye ve hatta bulmaya zorlar.

Henüz bitmemiş ama bitmesine az kalmış bu çukura bakarlarken, onun başına bir şey gelmesinden birlikte endişe ederler. Hikaye o çukurdan hiç uzaklaşmaz, kısa ve imgesel diyaloglarla okur adeta o çukurun etrafında dolanıp durur ve ana karakterin göremediği ama kendinin görebileceği bir bilgi arar. Öyküde dikkat dağıtacak, okuru o çukurdan uzaklaştıracak -belki de kurtaracak- tek bir cümle bulunmaz. Ama aradığı o bilgi de çukurun derinlerindedir, açıkça göremez. Bazen bir öyküyü anlamak için de bir çukura inmek gerekmez mi?

Her okur gidebileceği herhangi bir yerde böyle bir çukurla ve hatta bir kazıcıyla karşılaşsa ne yapacağını düşünür, bu fikirden kaçamaz, olasıdır. Öykü bittiğinde okur, kendi çukuru etrafında döner durur.

*Semih Gümüş, Samanta Schweblin’in Kazıcı öyküsünü ilk olarak Oggito’da yayımladı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir