Alman Edebiyatı klasik, modern veya çağdaş döneme dair bambaşka bir konumla dünya edebiyatındaki belirleyiciliğini halen sürdürüyor. Alman Edebiyatı’nın gücüne güç katan bu durum için her ikisi de Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan Peter Handke’den Meyve Hırsızı ve Judith Schalansky’den Zürafanın Boynu çok güzel iki örnek roman olarak yayımlandılar. Dünya çağdaş edebiyatının yaşayan en büyük yazarlarından 82 yaşındaki Peter Handke, klasik metinlerden el alıp, modern edebiyatı yaratan metinleriyle çağdaş dönemde yazan bir yazar olarak çok değerli. 44 yaşındaki Judith Schalansky ise Zürafanın Boynu ile şahane bir ilk romana imzasını atıyor ve Alman edebiyatı içerisinden yazan bu iki yazar yukarıda dikkatinizi çekmek istediğim konu başlıklarına dair çok güzel iki örnek yazar oluyorlar.
Zürafanın Boynu bu yazının içeriğini belirleyecek. Ele alınan dönem, işlenen temalar, mekân, baş karakter ve yaratılan tüm karakterler, anlatım ve kurgu bazında nefis bir hikâye ile karşı karşıya kalmak mest olma seviyemi anlatmamı zorlaşıyor. Bu durum için her ayrıntısı ile çok iyi anlatılmış bir hikâyenin hakkını verememe çekİngenliği diyebiliriz fakat canı gönülden yazılacak bir inceleme olacağı kesin. Judith Schalansky İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç enkazından çıkmaya çalışmış bir ülkenin ve vatandaşlarının hikayesine odaklanıyor. Elde aradan geçmiş olan bir otuz yıl ile Doğu ile Batı Almanya arasına örülmüş bir duvar var. Otuz yıl sonrası zamanda ise yeni neslin süregelen çok yıkıcı olmuş ideolojilere dair değişim arzusu var. Judith Schalansky’nin temelde ele almak istediği bu konular İnge Lohmark karakteri ile vücut buluyor. Dünya hızla değişirken sürdürülmesi mümkün gözükmeyen eskimiş, yıkılmaya yüz tutmuş duvar çatlaklarından zürafanın boynunun neden uzun olduğuna veya olması gerektiğine dair tüm detaylar görünmeye başlıyor.
Sizleri çok iyi bir girişle başlayan romanın ilk cümlelerini okumaya davet ediyorum ilkin.
“’Oturun’ dedi İnge Lohmark ve sınıf oturdu. Sonra devamla, ‘Kitabın yedinci sayfasını açın.’ dedi ve herkes kitabın yedinci sayfasını açtı. Ardından ekosistemlere, doğal canlılar ile çevreleri arasındaki bağlantılara, topluluklar ile alanlar arasındaki etki dokusuna geçtiler.”
Eski Doğu Almanya’da küçük bir kasaba, nüfusun iyice azalmasından dolayı kapanmak üzere olan Darwin Lisesi ve 30 yıldır biyoloji öğretmenliği yapan İnge Lohmark romanın baş karakterleri. Judith Schalansky’nin anlatacağı hikâye ve karakter için eski Doğu Almanya’yı ve adı Darwin Lisesi olan bir okulu seçmesi Zürafanın Boynu’na dair dikkatimi keskinleştiriyor. Tam anlamıyla bir dönem ve bir mekân anlatısı olmakla beraber romandan alıntısını yaptığım ilk satırlar itibariyle İnge Lohmark’ı direkt merkez kuvvet yaparak başlı başına bir karakter inşası anlatacağını da müjdeliyor Schalansky. Ve bu karaktere dair çok güçlü bir girişle hikâyenin kendisine meydan okuyor aslında. Karakter üzerinden bu meydan okuma sonuna kadar sürmeli, zira inşa edilen karakter sert, soğuk, mesafeli, kuralcı Doğu Almanya’ya o kadar çok benziyor ki çivinin çiviyi sökmesi gereken bir durum Schalansky tarafından bile isteye yaratılıyor. Biz de ister istemez bu çatışmalı duruma, hangi çivinin başarılı olup diğerini sökeceği noktasına dikiyoruz gözlerimizi.
“Hiçbir hayvanın ve insanın tamamen kendi başına var olamayacağını görüyorsunuz. Canlılar arasında rekabet hakimdir. Ve bazen de işbirliği gibi bir şey. Fakat bu ikincisi oldukça nadirdir. Bir arada yaşamanın en önemli biçimleri rekabet ve yırtıcı – av ilişkisidir.”
İnge Lohmark’ın biyoloji öğretmeni olmasından mütevelli biyolojinin tüm tanımlarını ve detaylarını kendisiyle ve yaşamla içselleştirmiş bir karakterle karşı karşıyayız. Sınıftaki öğrencileriyle olan ilişkisinden, ailesine, kocasına ve uzun yıllardır onlardan çok uzakta yaşayan kızına, Doğu Almanya, Batı Almanya ve okul sisteminin kendisine ve Darwin öğretileri, felsefesi, bilimine varana kadar her ayrıntının zaman zaman gerçeklikle bağlarını koparacak derecede biyoloji üzerinden karşılığını buluyor. Ona göre öğrenciler birer tür ve aynı biyolojide olduğu gibi her biri farklı türleri temsil ediyorlar. Bazılarının güçlü potansiyelleri var ve tutunacaklar, fakat bazıları genlerinden de gelen özelliklerle asla tutunamayıp yok olacaklar. Kitabın ismi de İnge Lohmark’ın bu içselleştirdiği gerçeklere bir atıf: Zürafanın boynu ne kadar uzunsa, ağaç yapraklarına ulaşma ve hayatta kalma şansı o kadar yüksek. İnge Lohmark’ın kendisi ve İnge’nin çevresini kuşatmış, yenilik isteyen herkes gibi.
Dört yıl içerisinde kapanacak olan bu okulda İnge Lohmark iç sesiyle konuşuyor bizimle. Lohmark’ın düşüncelerini ve duygularını onun iç sesiyle dinlemek romana dair çok önemli bir ayrıntı. Rijit bir karakter İnge Lohmark. Darbe veya değişim faktörü içerden veya dışardan ne şekilde gelirse gelsin asla bozulmayan, bozguna uğramayan, değişmeyen bir karakter olarak sürdürüyor varlığını. Halbuki hem özel hayatında birçok şey çoktan değişmiş, meslek hayatında ise artık değişmeye yüz tutmuş; hem ülkedeki duvarlar yıkılmanın eşiğinde hem de kapitalizm eksenine kendini iyice kaptırarak dönen dünya adına son derece dirençli inatlar kırılmak üzere. İnge tam da bu esnalarda, anlatım sırasında karşımıza çıkan önemli kavşaklarda, virajlarda, dönemeçlerde kendi iç sesini bizlere duyurarak metne dair önemli katmanlara dair bir kazı gerçekleştirmemizi sağlıyor. İnge ile dünya arasındaki duvarlar yıkılıyor, soğuk, mesafeli, kuralcı İnge Lohmark ile temas kurmamız, ona yaklaşmamız sağlanıyor, onun korkularını, endişelerini, huzursuzluğunun nedenlerini anlıyoruz.
Alman toplumu içerisinde yeni yeni filizlenen ideolojilere karşı modern öğretmenleri küçümseyip, otoriteden yoksun olduklarını düşünen katı karakterimiz İnge Lohmark aslında artık tükenen kendi türünün sembolü olarak başlı başına değişen eski ideolojilere tutunmanın tüm ironilerini temsil ediyor. Bu yüzden tüm katılığına, hoşgörüsüzlüğüne rağmen seviyoruz onu. Bitmeyen monologlarını ve iç sesini dinlemeyi seviyoruz. Biyolojinin evrim tanımları ile İnge’nin değişen dünyaya karşı yankılanıp yine ancak kendisine ulaşan iç sesi aslında hikâyenin önemli boşluklarını dolduruyor. Etrafındaki kimsenin duymadığı İnge Lohmark’ı sadece biz okurlar duyuyor ve görüyoruz. Böylece kendisi hiç farkında olmasa ve hatta istemese bile aslında hayatla temas halinde olan İnge’nin bu iç sesleri hikâyeyi dışarının tüm gerçekliği ile duygusal yönden birbirine bağlıyor.
Mevzunun sadece okul olmadığını ya da İnge’nin yakında emekli olması gerekeceğinden dolayı huysuz birine dönüşmediğini okuyoruz. Bir zamanlar inek dölleme merkezinde artık bir devekuşu çiftliğinde çalışan kocasıyla olan bağının gittikçe zayıflaması; kızı Claudia’nın seneler önce tüm ideolojilere özgürlükler ülkesi olarak düşündüğü Amerika’da yaşamaya başlaması gibi etkenler İnge’nin çevresiyle olan tüm ilişkisini gerçeklikten kopararak biyolojinin unsurlarına dayandırıyor, daha doğrusu tutunduruyor. Doğu Almanya’nın bu soğuk, mesafeli, köşeli, yeni sisteme dikine dikine meydan okuyan kadını için okul içerisinde savunduğu ideolojilerin, evrim temelli dünya görüşünün ailesi ile ilgili olarak hangi keskin virajlarda filiz verdiğini anlıyoruz böylelikle. Burada sözü İnge’ye bırakmak gerekiyor.
“Ne demişti kızı: İnsan bir kere güneşe alışınca, kendini Orta Avrupa için çürük sayıyor. Orta Avrupa. Kulağa ne kadar biçimsiz geliyor. Göçmeye, hava değişimine, iklime gereğinden fazla önem veriliyordu. Oysa kimse veremli değildi. (…)
Özgürlüğe hak etmediği aşırı bir değer biçiliyordu. Dünya keşfedilmiş, türlerin çoğu saptanmıştı. Gönül rahatlığı ile evde kalınabilirdi.”
İnge çok fazla belli etmese de kızına karşı kızgınlığının ve kırgınlığının hâlâ geçmediğini fark ediyoruz. Mesleğine, ülkesine, çalışma arkadaşlarına, öğrencilerine, evde kalmayı zorlaştırarak yeniyi niteleyen her ne varsa her şeye öfkeli.
Tam da bu noktada hikâyenin gerilim unsurundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Özellikle öğrencilerle kurmak zorunda kaldığı sınıf içerisindeki sıcak temas anlarında İnge’nin bağ kuramayışı, gözümüzün önünde cereyan eden sonsuz mesafe ve dolayısıyla gerilim alttan alta güçlü şekilde kendisini hissettiriyor. Meslektaşlarıyla da aynı şekilde; özellikle okula gelen genç öğretmenler kaçınılmaz olan değişimin habercileri olarak İnge’nin asla hoşlanmadığı şekilde huzursuzluğunu tetikliyorlar. Üç bölümden oluşan kitabın özellikle son bölümünün her satırı Orta Avrupa ve özellikle Almanya zihniyetinin İnge Lohmark karakteri üzerinden eskide kalmış ve işlevini kaybederek paramparça olmuş ideolojilerinin gerilimini hissetmemiz ve anlamamız adına çok önemli. Gerilimi o kadar hissediyoruz ki, İnge’ye dair en samimi unsurun, yani iç sesinin yarattığı gerilim ile anlatıcının devreye girerek aslında gerçeğin ne olduğunun bize göründüğü anlar hikâyenin en nefis incecik anlatı katmanlarını oluşturuyor.
Çağdaş dünya edebiyatına dair sanat tarihi eğitimi alarak yolculuğuna başlamış, Berlin’de yaşayan ve kitap tasarımları işiyle uğraşan, Zürafanın Boynu da ilk kitabı olan Judith Schalansky ile tanışmanızı çok isterim. Sadece Zürafanın Boynu değil, romanın alt başlığına da dikkat kesilmeliyiz: Oluşum Romanı. Ben kendisiyle tanıştığım ve böylesine harika bir ilk roman, bir oluşum romanı okuduğum için çok mutluyum.
Romanı Almanca aslından çeviren Etem Levent Bakaç’a teşekkür ederim.