Bazı kitaplar kurgudur ancak okurken gerçek olur ve sanki gerçeği o kitapla yaşarsınız. Çünkü okunan bir dönem romanıdır ve o döneme gittiğiniz gibi, kahramanlar da gerçek olur. O kahramanlarla dönemde yol alırsınız. Öyle ki dönemin sesini duyar ve o seslere tanıklık edersiniz. İsveçli yazar Carl-Johan Vallgren’in Bir Garip Aşk Öyküsü (Den Vidunderliga Karlekens Historia) böyle bir kitap.
“Normal bir insan yirmi ila yirmi bir bin hertz titreşimindeki sesleri duyar. Saniyede yirmi frekansın altındaki dalgalara bildiğiniz gibi ses altı denir, yirmi binin üzerindekilere de ses üstü. Yarasalar yalnızca ses üstü dünyasında yaşar, yani tıbbi olarak duymazlar, daha çok hissederler. Ses altı dünyasında timsahlar, balinalar, Pampa devekuşları ve kasuarlar yaşarlar. Burada da duymak anlamsız bir kavramdır.”
Kitaptaki bu anlatımla birlikte sesin ne olduğuna dair birçok nedenin yanı sıra, bilincimizle kurduğumuz ilişkinin kör noktalarını göstermesi açısından da bir bağ kurar, işitebilenlerin ve işitemeyenlerin dünyasındaki zorlukları bir kez daha düşünme olanağını anlarız. Üç kuşak sonrasından yazılan mektupla başlayan kitapta, Herkül Barefoot’un hangi dünyada yaşadığı sorgulamasında, bizim bildiğimiz duyu dünyasının dışında yaşadığı ve bilimin henüz bilmediği bir frekansta ‘duyduğuna’ tanıklık ederiz.
Her hâlükârda kesin olan bir şey var ki, ne olursa olsun sağır olan kişi, bir dili öğrenme olanağından mahrumdur. Onun için ne insanların ne nesnelerin adı vardır. O varoluş kronolojisinden yoksun bir kaosun ortasındadır. Soyutluğu bilmez ve böyle bir bireyin entelektüel yetenekleri gelişmez. Çocuğa geçmişin ve geleceğin simgesel alanına erişimi sağlayan şey dil olduğundan, kavramsallaştırma ve sınıflandırma alışkanlığını da dil aracılığıyla kazanır.
HERKÜL SÖZLERİNİ BAŞKA TÜRLÜ DUYURUR
Ne yazık ki kitabın kahramanı Herkül, doğuştan böyle bir şansa sahip değildir. Ancak çok gizli bir yeteneği vardır. Doğumuna gelen doktor, çocuğun kendi içini gördüğünü, bunu bir parazitin hiç fark edilmeden bedene girmesi gibi içine girdiği şeklinde açıklar. En kötüsü de doktorun en gizli düşüncelerini okuyabilmesidir. Böylece bütün bilimsel gerçekleri de altüst eder. Çevresindekileri korkutan bu yeteneği ile nefreti, aforozu, korkuyu ve arzuyu kışkırtan, etrafındakilerin bilincine karışma konusudur. Yine sağır-dilsiz bir adamın nasıl olup da müthiş bir müzik yeteneğine sahip olduğu soru işareti olarak kalacaktır. Tek olasılık, çocukluğunda işitme yeteneği bütünüyle yok olmadan önce ton ve ses kavramlarını öğrenmiş olması.
Körlük ve sağırlığın birer metafor olabileceğinden hareketle düşünce ve dilin birbirini aştığını belirten Lew Wygotski’nin “Sözcükler, düşünceleri doğururken ölürler,” sözü hatırlatılır. Ardından Schopenhauer’in “Düşünce sözcükleri giyer giymez ölür,” sözüyle bağ kurar. Sözcükler yalnızca tecrübelerimize aracılık eder, gönderme yapar. Konuşmanın özü insanlar arasındaki farklılığı ortadan kaldırmak ve anlamayı sağlamaktır. Herkül’ü kucağına alıp sallayan Magdalena’nın “Beni yere bırak!” sözünü duyması gibi. Herkül sessizler dünyasının dışındadır ve sese insan beynine girerek ortak olmaktadır. Çocuğa ait olan, başka birinden gelmediğini kavradığı, sözcük olarak duyduğu şey aslında yalnızca bir düşüncedir. Bunun aktarımı için gerekli olan işaret dili ve bu dilin doğuşu ile sözsüz iletişim hakkında çok şey öğreniyoruz. Yine binlerce sözcükten daha fazla şey söyleyen müziğin, duygu durumunu yaratıcıdan dinleyiciye aktarmak için iyi bir araç olduğunu Herkül öğretecektir bize.
HERKÜL VE HENRİETTE’İN SESSİZ AŞKI
19. yüzyılın başlarında filozof Kant’ın doğum yeri olan Königsberg’deki bir genelevde doğar Herkül. Bu yerin seçilmesi kitabın en büyük ironisidir belki de. Çünkü İmmanuel Kant’ın temel felsefesi, duyusal dünyanın ötesinde bilemeyeceğimiz bazı şeylerin olması üzerinedir. Hoşgörü ve evrensel etik düsturlarıyla motive edilen rasyonellikte Herkül’ün yaşadıklarının tersine herkesin eşit haklara sahip olduğunu düşünür.
“Ölümünden hemen sonra yapılan otopside birçok şaşırtıcı fizyonomik paradoksa rastlandı. Örneğin kalbi çok büyüktü; Barefoot bir cüce olmasına rağmen, kalbi normal bir insanın kalbinin iki katıydı.”
Onunla aynı genelevde aynı gün doğan, çok güzel olan Henriette’le birleştiren duygu da dilin ve görünüşün ötesinde olağanüstü bir duygu akışı, doğar doğmaz oluşan bir aşkın derinliğidir. Zihinsel bir evrenin diğerini bulması kadar, kalbin diğer kalple iç içe geçmesindeki derin bağı yakalarız. Ne Baltık ülkeleri yaşamındaki saf pragmatizm, ne Orta Avrupa köylüleri arasındaki radikal gericilik, ne de Vatikan’ın çürümüşlüğüyle artan dinsel köktencilik bu aşkın doğal akışına engel olabilir. Tüm bunların toplamına kafa tutan büyük bir akış ve uğruna yaşamı anlamlandıran aşkın direnişi vardır.
Henriette, 12 yaşındayken genelevde çalışan bir kadın öldürülür ve bundan sonra hayatın gidişatı olumsuz bir seyir izler. Onu isteyen ve sonradan büyük bir güce ulaşan hakimin karşısına çıkmasıyla her şey değişir. Herkül’ün sevdiği kadını hakimin odasından kurtarmak için çırpınışı, genelev patroniçesinin Henriette’yi hakimden alması artık bir dönemin sonudur. Kaçabilen kadınlar kaçar, diğerleri kölelik koşullarında iplik fabrikasına yollanır. Herkül ise canını zor kurtaranlardandır. Henriette ve annesinin de kaçtığı, iplik fabrikasına verildiği söylentileri vardır. Aşkını bulmak için Rusya’dan çıkıp, Avrupa’yı kuzeyden güneye dolaşan bir Herkül, tanıklıklarıyla, zor yıllar, iyi insanlar ve dönemin Avrupasındaki karanlık ilişkilerin yanında, filozofların fikirlerini ve ütopik sosyalistleri görürüz.
ORTAÇAĞ’IN KARANLIKLARINDA İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN SAVAŞI
Olayların Ortaçağ Avrupasında geçmesi, o dönemin sosyal, ekonomik ve dini ortamını farklı perspektiflerden betimlemesi sanırım bu kitabın en başarılı yanlarından biri. Bu dönem, büyük icatların ve aynı zamanda farklılığın hoş karşılanmadığı belli bir gericilik anlayışının hüküm sürdüğü paradoksal bir dönemdir. Aydınlığın ve karanlığın, iyiliğin ve kötülüğün savaşı, felsefenin ve onunla ilintili olarak hümanizmin değişimi zorlamasına tanıklık ederiz. Ütopik sosyalistler daha insani çalışma koşulları sunmaktadır keza. Dönemin karanlık dehlizlerine uzanan yazar, oldukça sürükleyici ve karmaşık ilişkileri iyi insanların mücadelesiyle de ortaklaştırarak yer yer polisiye tarzı bir anlatımla da okura sorular sordurup, olayları çözümlemeye götürmektedir.
Tarikat örgütlenmesi Hıristiyanlığa sızmış ve tam bir vahşet uygulaması yaşatılmaktadır. Buraları okurken domuz bağları ve işkence edilerek öldürülüp evlerin temellerine gömülen insanları anımsadım. Satırla insanların katledildiği yıllar çok eski değil. İşte bu hüküm altında farklı olmak, yaşamak için o zamanların Avrupası hiç de iyi bir yer değil. Sonrasında da, şimdilerde de iyi bir yer yok yeryüzünde. Yazar ise yüzyılın gerçeklerini Herkül’ün hayatının evrelerine yayarak büyük bir beceri ve araştırma gücünü de katarak büyüleyici hâle getiriyor. Aslında büyüleyici olan ana içerik aşkın evren içindeki en temiz duygu olduğuydu. İkili bir aşka tanıklık ederiz. Biri ütopik bir sosyalisttir ve bence romanda en saygın olan kişidir. Aşkı şiirle ortaklaştırıp, aşk acısının tedavisinin daha çok sevmek olduğunu bilen biridir. Bir de Henriette ve Herkül’ün geçmişten gelen aşkları. Bir tür üçlü aşka tanıklık ederiz.
Herkül’ü manastırlara ve akıl hastanelerine, Vatikan’a ve hicivli skeçlere, İsveçborgculara ve salonlara kadar takip ediyoruz. Herkül’ün hayatının her evresinde dolaşmak, iç sesine ortak olmak, yaşadığı acıları, çektiği özlemi, Henriette’in ölümü sonrası içinde hızla biriken nefreti ve çektiği değişik sıkıntıları ona yaşatanlar için biriken intikam duygusunu almak hiç de zor değil. İntikam duygusu bir aydınlanma olarak karşımıza çıkıyor. Zihin okuyan Herkül ile aşk ve nefrete, kurguyla iç içe geçmiş tarihi olaylara göndermelerle dolu. Gösterilen, dönemin toplumunun sağır-dilsizlerinin konumu olsa da aslında toplumun farklılıkları karakterlerle anlatılarak tarihsel bir çalışmaya imza atılmış. Diğer yandan karanlık ve dolambaçlı yolları olan bir tür masalın içindeymişiz gibi yaşanıyor her şey. Mutlak aşkla ilgili ama aynı zamanda farklılığın neden olduğu bir sonuç. Bu sonuçla birlikte diğerlerinin normal olarak kabul ettiğinden daha farklı olanları yok etmek isteyen insan sürüsü…
HERKÜL’ÜN İYİMSERLİĞİ VE ORTAÇAĞDA SOSYALİZM DÜŞÜ
Karakterlerine karşı aşırı kasvetli olmasını engelleyen bir iyimserlik ve sevgi Herkül’le birlikte peşine düştüğümüz oluyor. Çoğu zaman karakterin kişisel zaman çizelgesi içinde akıyoruz. Bu yanıyla biyografi kitabı niteliğinde diyebiliriz. Toplum erk’ine karşı Herküllük yapsa da bu, onun ve gerçek aşkı Henriette Vogel’i arayışının temel hikâyesinden uzaklaşmadan sürüyor. İşin içinde grotesk varlıklarla gerçeküstücülüğe göz kırpan anlatımlar kitabın çekici yanlarından.
Kitabın en önemli yanlarından biri de yazarın bir karaktere yüklediği sosyalizm düşü. Çünkü dönem tam da böyle bir dönemdir. Sanayileşme ve sınıfların ortaya çıktığına tanıklık ediyoruz. “Daha iyi bir dünyayı tahayyül eden düşünürler var, kendilerine komünist diyorlar. Sağır ve dilsizler için bile, dünya daha yaşanır bir yer olacak.” Çünkü sadece Avrupa değil, dünya değişime karşı direnemiyordu. Avrupa’yı kasıp kavuracak hayâlet hızla ülkeleri dolaşıyordu.
Sessizlikler ve dil ne olursa olsun, o tüm evrene nüfuz eder. Ancak Henriette’yle yeniden bir araya geldiğinde evrensel olduğu kadar kendilerine ait olanı da keşfeder: Platon’un Şölen’i ile Goethe’nin Seçmeli Yakınlıklar arasındaki aşkla tanışır. Ama en çok da Victor Hugo’nun acımasız trajedisi onlarladır. Herkül aşkı, “İç içe gezme özlemi olarak” tanımlar. Ömrü de kayıp olan diğer yarının aranması ve sonsuza kadar ona ulaşma çabası olarak görür. Ona göre aşkın gücü budur.
Kitabın sorgulayan tarzı, kırılgan yanlarımıza değiyor. Bu yanıyla meydan okuyan derinliği ve kapsamı, doğa felsefesinden sosyal tarihe, sanat ve edebiyata kadar döneminin yapılanması hakkında geniş bilgi sunuyor. Çok sayıda felsefeci, bilim insanı, yazar, şair, müzisyen ve sanatçı isimlerinin geçtiği kitap edebi bir şölen âdeta. İniş çıkışlarına rağmen anlatıcının bazen bir paragraftan diğerine varlığı ve müdahalesi ile yazarın kıvrak zekâsı hemen görülüyor.
Kitabın sonuna doğru yazar, Platon’un Şölen adlı eserinden bir alıntıyla aşkın kökenine dair bir öykü anlatır. Bu, hem karakter yaratımı hem de Herkül ismine atfı açıklar niteliktedir. Çünkü Herkül, Yunan mitolojisine göre Zeus’un oğlu ve yarı tanrısal güçlere sahip biridir. Gücün, kuvvetin ve dayanıklılığın vücut bulmuş hâli olan Herkül, tehlikeli ya da sıkıntılı durumda olan insanları kurtarmasıyla bilinir. Kahramanımız belki tüm insanları değil, ancak aşkı uğruna özel güçlerini sergiler. Elbette bu özel gücün ana dayanağı da o garip aşk öyküsünden gelmektedir.
“Herkül’ün öyküsündeki aşkı anlatan işaret iki avucunun yumuşak bir şekilde kalbe bastırılmasıydı, sonsuzluk, sağ işaret parmağıyla soldan sağa yatay bir daire çizilerek anlatılıyordu. Babam, Herkül’ün, bu dünyanın dışındaki başka bir varoluş formunda, Henriette ile buluşacağına kesinlikle ikna olmuş olduğunu anlattı.”
Aşk aynı zamanda başka bir dünyada buluşma yürekliliği içinde olacak kadar sevmedir. Belki de romanı anlatacak son cümle budur.