“Ruhum eski yazıların kazındıkça kendini alttan gösterdiği, ‘Ben buradayım’ dediği bir parşömen sanki. Üzerine sürekli yeni yazılar yazılıyor.” (İsim, Şehir, Film, Roman kitabından)
Ercan Kesal’ın yeni kitabı İsim, Şehir, Film, Roman Kronik Yayınları’ndan çıktı. Kesal, yeni kitabında okura çok katmanlı bir dünya sunuyor.
Gazeteci Yenal Bilgici ile yapılan söyleşileri içeren kitapta zaman, taşra, sinema, bellek, vicdan gibi kavramlar derinlemesine yorumlanıyor.
Kesal, yeri geliyor zamanın nasıl deneyimlendiğine değiniyor, yeri geliyor Tarkovski gibi auteur yönetmenlere atıflar yaparak sinemayı mercek altına alıyor. Tam göbeğinde durduğumuz hız ve tüketim çağının ötesine geçerek yıllarca dönüp okunacak bir eser vasfı taşıyan İsim, Şehir, Film, Roman okuru gündelik rutinden çıkarıp ‘tefekküre’ çağırıyor.
Oyuncu, senarist ve yazar Ercan Kesal, yeni kitabından yola çıkarak sinemanın hayata etkisini yorumladı.
Her şeyin hızlandığı bir dönemde yaşıyoruz. Çağımızı zamanın algılanması ve deneyimlenmesi açısından nasıl yorumlarsınız?
Bu mevzuda Bergsoncuyum galiba! Bergson, zaman yerine ‘süre’ kelimesini kullanır. Üstelik geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman kavramlarını üç ayrı zaman kavramı olarak değil, yanyana dizilmiş iç içe geçmiş kavramlar olarak tanımlar. Bence de misal olarak, şimdiki zaman diye bir şey olamaz, sözünü ettiğimiz an, yani şimdiki zaman geleceğin geçmişinden başka bir şey değildir. Yine Bergson’a atıfla devam edersek Bergson’un ‘süre’ olarak ifade ettiği şey de iki türlüdür: İçimizdeki ve dışımızdaki süre. Sizin vurguladığınız hız, yani çağın hızı, dışımızdaki hız galiba ve evet o bildiğini okumaya devam ediyor, hızını da artırmıştır büyük ihtimalle. Ama benim zamanım, yani içimdeki ‘süre’ ise yalnızca benim bilincinde olduğum süre kadardır. Baştan sona bana özel ve benimle kaimdir. Hasılı, çağın hızının farkındayım ama ancak kendi hızımla varım!
Kitabın bir bölümünde belleğin kalpte olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu nasıl bir bellek?
Jung’da pek mükemmel bir tarife kavuşan kolektif bilinçdışından söz edeceğim. Tek başına bize ait olmayan bir hafızanın mütemmim cüzü olduğumuzu düşünüyorum. Doğduktan bu yaşa kadar biriktirdiklerimiz ya da unuttuklarımız öznel bir bilinci oluştururlar ve bunun yeri insanın beynidir. Nöroloji eğitimi almış bir hekim olmam hasebiyle de söylüyorum bunu. Benim kastettiğim bellek ise benden önce de varolan, içine doğduğum, bir parçası olduğum, beni tamamlayan ve benim de onu tamamladığım kolektif bilinçdışı, dünyanın ortak hafızası. Onun yeri insanın kalbidir. Biz ona vicdan diyoruz. Bu yüzden unutmak vicdansızlıktır. İyi ki böyle!
Kitapta bahsettiğiniz ‘uydurma bir dünyadan çıkmak ve önemli meseleler üzerine tefekkür etmek’ nasıl mümkün olabilir? Günümüz insanının böyle bir ihtiyacı var mı?
İnsanın yegane ihtiyacı budur desem! Başka türlü nasıl başedeceğiz bu hayatla. Nasıl tahammül ederiz şu lanet dünyaya. Ölüme nasıl hazırlanacağız peki? ‘Nasıl mümkün olabilir’ sorusunun reçete bir cevabı yok elbette. Önce niyet ve yola çıkma gayreti. Ama sezdiğim bazı şeyler var: Verili kodlarla konuşmaya başladığınızda muarızlarınıza benzemekten kaçamazsınız. Derdimiz dilimizi belirlemeli. Başka bir dil, başka bir kelam bulmak zorundayız. Sadece muhalif olmak yetmez, eninde sonunda karşısında olduğunuz, itiraz ettiğiniz şeyin bir benzeri olursunuz, hem de hiç farkında olmadan. Uydurma dünyanın dışına çıkıvermek mümkün. Esasında edebiyatın ve sinemanın benim için bu kadar çekici ve vazgeçilmez olmasının yegane sebebi de bu. Başka bir paradigma yokmuş gibi sunulan bu tuhaf gerçekliği bozup atmak ve karşısına ondan daha gerçek bir kurmacayı çıkartabilmek. Bu yüzden Nasipse Adayız kitabımın giriş cümlesi şöyledir: Bu kitapta anlatılan her şey kurmacadır, hayatımız gibi.
Taşra sizin için ne anlam ifade ediyor? Taşrada geçen filmlerde de yer aldınız. Bu filmlerde sinematik gerçeklik hayatla örtüşüyor diyebilir miyiz?
İnsan yaşadığı yere benzer. Ben de öyleyim. Bozkır çocuğuyum. Orta Anadolu’da dört erkek çocuklu bir ailenin en küçük evladı olarak doğdum, büyüdüm. Ümmi ve coşkun bir annenin, ilkokul mezunu nazik bir babanın evladıyım. Esnaf çocuğu olarak geçti ömrüm. Taşra benim için bir şans oldu elbette. Nüfus müdürünün biricik oğlu da olabilirdim; başka bir coğrafyada içinde kütüphanesi olan bir evde, aristokrat bir babanın oğlu olarak da yaşayabilirdim. Taşranın ara yer olması insan ruhunun karmaşıklığına, şaşırtıcılığına ve karanlığına dair çok ilham bağışladı bana. Bunlardan söz eden senaryolar yazdım, evet bir kısmında oynadım. Filmlerin gerçekliği olmaz, hayatla örtüşmek zorunda da değillerdir. Bir yolunu bulup duygularımızı harekete geçirirler ve biz artık eskisi gibi olamayız; işte bu yüzden güçlü ve vazgeçilmezdirler.
Bugün