DUVAR- Hasan Hocam öncelikle davetimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. 2023 senesinde Hacettepe Üniversitesi’nde savunduğunuz Devlet ve Borçla Yönetmek adlı doktora teziniz Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Dilerseniz ilk önce olup bitenler hakkında konuşalım. Neden bu konuyu seçtiniz ve tezinizi kitaplaştırmaya nasıl karar verdiniz?
Türkiye’nin son 20 yılına dair akademik çalışmalar, çoğunlukla AKP hükümetlerini konu alıyor. Tez konusu belirlerken bir tarama yaptım. Bu taramada iki önemli durumu tespit ettim. Birincisi, AKP döneminin çoğunlukla ideoloji, kültür, sınıf, siyasi aktör eksenlerinde ele alındığını gördüm. İkincisi, Türkiye akademisinin genel sorunu bu dönem için de geçerliydi. Sanki dünya siyasal serüveniyle ilgisi olmayan, Türkiye’deki gelişmelerle dünyadaki gelişmeleri birbiriyle bağlantısız gören çalışmalar çoğunlukta. Bu çalışmalar, Türkiye’deki gelişmeleri bir “fanus” paranteziyle inceliyor.
Bu iki tespitten hareketle bir yandan 2002-2020 Türkiye’sini dünyadaki gelişmeler ekseninde değerlendirmeye çalıştım. Diğer yandan ise bu dönemi açıklarken, yurttaşın nasıl rıza gösterdiğini daha olgusal-somut açılardan incelemek istedim. Bu dönemde tabiiyet üreten ilişkiler ekonomide finansallaşma, siyasal alanda güvenlikleştirme üzerinden gelişiyor. Ki finansallaşma ve borçlandırma ile güvenlikleştirme politikaları birbiriyle ilişkili ilerliyor.
AKP, geçtiğimiz günlerde sonra geri çekse de bir düzenleme yapmak istedi. Düzenleme yüz bin TL üstü kredi kartı limiti olanlardan Savunma Sanayi Fonu’na aktarılmak üzere 750 TL vergi alınmasını öngörüyordu. Yani finansal ve borçlandırıcı bir ürün üzerinden güvenlik kurumlarına kaynak aktarımı isteniyordu. Hatta hükümet temsilcileri “Çelik Kubbe” yapılması için harcanacağını ifade ediyordu. Yani borçlandırma ile güvenlik arasında ilişki her an yeniden kuruluyor. Güvenlik kaygısı ve borçlu insan üzerinden tabiiyet talep ediliyor.
Bilindiği üzere kredi kartı borçlandırıcıdır. Borç (olmayan mali kaynak) üzerinden vergi alınmasının “dahiyane” maliyeciliği bir yana burada güvenlik kaygısı derinleştirilerek halkın borçlanma aracından vergi alınıyor. Dolayısıyla güvenlikleştirme söylemi ile borçlandırma bir arada görülüyor. Hem borçlanan insanın iktidara tabiiyeti derinleşiyor hem de güvenlik kaygısı otoriteye onayı arttırıyor. Borç ve güvenlik rızayı (yeniden) üreten iktidar aygıtlarına dönüşüyor. Türkiye’de 2000’li yıllar güvenlikleştirme ve borçlandırma politikalarının -dünyadaki akışa paralel şekilde- hem yasal-idari sistemin içerisine yerleştiği hem de nüfusa yayıldığı bir dönemdir. Bu iki iktidar aygıtı yayılımlarıyla yeni öznellikler ortaya çıkarıyor. Rıza üretiyor ve tabiiyet biçimleri yaratıyor.
Dispositif kavramını çok sık kullanıyorsunuz, bu kavramla tam olarak neyi kastediyorsunuz? Şakayla karışık soracak olursam, konunun Deleuze’le bir ilgisi var mı?
Dispositif kavramı Türkçeye “düzenek, aygıt veya şebeke” olarak çevrildi. Michel Foucault’tan hareketle bu kavram esasında, iktidar üreten ilişkilere dair her şeyi kapsayan ilişkiler şebekesine işaret ediyor. Gündelik yaşam içerisinde ilişkisel ve dinamik şekilde iktidar üreten stratejilere işaret ediyor. Bu yönüyle 2000’li yıllar Türkiye’sinde iktidarın üretimini güvenlik ve borç üzerinden birbirleriyle ilişkili anlamak açısından dispositif kavramı önemli bir anlama anahtarı sunuyor.
Elbette öncelikle Michel Foucault ve Deleuze’le ilişkisi var. Her ikisinin iktidarı kavrama biçimi ve düzeyi, bize politik ekonomi tarihini yeniden yorumlama, hakikate daha yakın çıkarımlar sağlama açısından büyük nimetler sunuyor.
‘DEVLET ARTIK HER BİR KOLU İKTİDAR ÜRETEN BİR AHTAPOTTUR’
İddialarınızdan biri de şu: “Hukuk devletinin krizinden güvenlik devleti doğmuştur.” Öte yandan güvenlik devletinin 21. yüzyılın ilk iki on yılında hukuk devletinin yerini almaya başladığını belirtiyorsunuz. Tüm bunların yanı sıra, Ernst Fraenkel’ın “İkili Devlet” kavrayışını da sahipleniyorsunuz. Gelgelelim, devletin ikili karakterinin bir yönüyle özsel olduğu söylenemez mi? Yani devlet aslında her zaman hukuksal örüntülerin arkasında işleyen kural tanımaz bir zor aygıtı değil midir? Bu bağlamda Osmanlı-Türk devlet geleneğiyle ilgili tartışmaları da hatırlamakta fayda var. Örneğin Şerif Mardin ve Çağlar Keyder, Bizans’tan bu yana süregelen bir devlet mantığına işaret ederler. Bu yaklaşımların bir yönüyle tarih-aşırı olduklarının farkındayım ama devletin tarihsel olmayan, dünden bugüne süregelen bir karakteri olduğunu söylemek de çok yanlış olmaz sanırım. Ne dersiniz?
Eğer birbirleriyle ilişkili bir değerlendirme yapacaksak hukuk devletinden güvenlik devletine geçiş, tedbir devletinin alanını genişletiyor ve norm devletinin alanını daraltıyor. Güvenlik devletinin siyasal söylemi ve yasal-idari sisteme sirayet etmesiyle artık herkes ve her şey, her an ve mekân bir güvenlik “nesnesi” haline gelebiliyor. Güvenlikleştirme mantığı muğlak kavramsal-kurumsal-idari düzenlemelerle nüfusun geneline yayılıyor ve potansiyel şüpheli-suçlu sayısını muazzam derecede arttırıyor. Dolayısıyla 2000’li yıllardaki güvenlik devletinin inşası ve kurumsallaşmasıyla birlikte değişen yasa/siyasa ve değişmeyen baskı gibi bir noktada değil, güvenlikle birlikte genişleyen, çatallanan, çoklaşan, sıvılaşan ve sızan bir dinamikten bahsetmek gerekiyor.
Bu yönüyle devlet her daim bir otoriterliğe ve tahakküme yönelir. Dinamiğinin en önemli bileşenlerinden biri bu gerçekliğidir. İşleyiş diyalektiklerinden biri hukuksal örüntülerin arkasına saklanmaktır. Bu, Carl Schmitt’in egemenin olağanüstü hale karar veren olduğu fikri üzerinden tartışılan bir meseledir. Ama unutulmamalı ki, Carl Schmitt “egemen” üzerinden cümlesini kurar. Devlete tarihte ebed müddet bir anlam yüklemediğini biliyoruz. Carl Schmitt “Somut ve Çağa Bağlı Bir Kavram Olarak Devlet” makalesinde hem “…devletin’ tüm halklar ve zamanlar için geçerli genel bir kavram olmadığı; tersine tarihi, belirli bir döneme bağlı, somut bir kavram olduğu” değerlendirmesini yapıyor. Hem de “…devlet, içeriden çoğulculaşma ve dışarıdan bütünleşme yoluyla kendini açmaktadır. Böylece yalnız devlet ve toplum değil, anayasa ve yasa da dönüşmektedir. Yani bir anlamda devlet-toplum, anayasa-yasanın değişmesi yeni bir çağın da müjdecisi konumuna gelmektedir” diyerek esasında tarih aşırı yorumları esas almayan bir devlet değerlendirmesi yapıyor.
Kitabın sonuç kısmında da belirttiğim üzere egemen artık -belki de- Deleuze’un dediğinin aksine ne bir midye ne de yılandır. Artık bir ahtapottur. Kollarından her biri toplumla ilişkilerde iktidar üreten dispositiflerdir. Her bir dispositif küresel eğilimlere, iç ve dış siyasal-toplumsal mücadelelere bağlı olarak değişebilir veya yeniden düzenlenebilir. Devlet, bir egemenlik dispositifidir. Devleti tarihte dondurmak, değişmez doğa atfetmek aşkın-metafizik bir yaklaşımdır. Somut, materyal, nesnel değerlendirmeleri yaparken kavramlara doğru anlamlar atfetmek gerekir. Ki, kitap boyunca hukuk devletinden güvenlik devletine geçiş ve güvenlik devletinin kurumsallaşması sürecini devletin değişip dönüşebilir, siyasal-ekonomik-toplumsal mücadeleleri etkileyen ve onlardan etkilenen karakteri üzerinden ele almaya çalıştım.
‘İNSAN İNSANIN KURDU DEĞİLDİR’
Güvenlik sorunsalıyla ilgili tartışmalar hiç kuşkusuz ki felsefi antropolojilerin de konusudur. Siz de çalışmanızda “Güvenlik insan topluluklarının olduğu günden beri temel bir ihtiyaçtır,” diyerek antropolojik bir tespitte bulunuyorsunuz. Bu bağlamda Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur (homo homini lupus)” metaforuyla özetlenebilecek, devleti kutsayan negatif ve özcü antropolojisinden Locke’un, mülkiyete dayalı hukukun bir arada yaşamı mümkün kıldığı tırnak içinde iyimser ve liberal antropolojisine varana değin birçok felsefi yaklaşımdan söz edilebilir. Peki siz güvenlik meselesine nasıl bir antropolojik perspektiften bakıyorsunuz? -Şayet öyle bir şey varsa- insan doğası ve özü bağlamında güvenlikten ne anlamalıyız?
Güvenlik istenci insan topluluklarıyla yaşıttır. Zarar görmeme ve hayatta kalma ihtiyacı hep oldu ve olacak. Derdim güvenlik olgusunun felsefik-antropolojik temellerine dair tartışmaktan çok bu olgunun iktidarla kurduğu ilişkiye dairdi. Yani insan topluluklarının davranış, duygu ve yaşam biçimlerini etkileyen bu istencin modern egemenlik stratejileriyle nasıl iktidar ürettiğine yoğunlaşıyorum. Elbette “insan insanın kurdudur” kabulü bu stratejilerin iktidar üretmesinin zeminini oluşturan anlayışa işaret ediyor. Güvenlik bağlamında bu anlayış modern egemenliğin kalkış noktası ve hareket dinamiğidir. İnsanları egemene biat ettiren, bir şekilde hak ve özgürlüklerinden feragat etmelerine neden olan güvenlik istenci veya daha çok güvenlik “kaygı”sı üretilmesi tarihin akışının belirlenmesinde önemli bir başlık oluşturuyor. Bu kaygının artmasıyla tabiiyetin ortaya çıkması “zorunlu bir yol” değil, gönüllü kabule de dayanıyor. Hatta “güvenlik kaygısı” Freudyen anlamda bir tekinsizlik hissi yaratarak, kimliğe-cemaate daha sıkı bağlanmayı, içe doğru büzülmeyi getiriyor.
Güvenlik üzerinden insan doğası ve özüne dair neyin doğru olduğunu belki iddia edemem ama neyin yanlış olduğunu ifade edebilirim. Eğer Hobbes’a atıfla ifade edersem “insan insanın kurdu” değildir. İnsanların güvenlik ihtiyacı ile güvenlik istenci veya kaygısı üzerinden iktidarın üretilmesi arasında ciddi bir uçurum var. Bu uçurumu gören, insanların bir arada demokratik, özgürlükçü, eşit yaşamını esas alan lenslere ihtiyaç var.
‘MARX’IN GÖRÜŞLERİ KİTABA SÜREKLİ EŞLİK EDİYOR’
Sermaye, borç ve devlet olmak üzere üç gerçekliğe ve bunların arasındaki meta bağlarına odaklanıyorsunuz. Evet, borç, çalışmanızda da belirttiğiniz gibi güvenlik devleti için rıza üretmeye yarayan ekonomi-politik bir mekanizma. Gelgelelim güvenlik devletini borçla ilişkilendirmenin ekonomik indirgemeciliğe düşmek gibi bir tehlikesi yok mu? Bu bağlamda perspektifinizin Marksizm’den beslenip beslenmediğini de sormak isterim.
Güvenlik devletinin tüm pencereleri borçlandırmaya açılmıyor. Güvenlikleştirme ve borçlandırma politikaları birbirlerini besliyor. Yaşam için borçlanıyoruz. Güvenlik, yaşamlarımızın merkezine geldikçe borçlanmanın bir kısmını da bunun için yapıyoruz. Bir sitede özel güvenlik hizmeti alan ama geliri ile gideri arasında bir fark olan varsayımsal birini göz önünde bulunduralım. Aslında güvenlik sağlama devletin sorumluluğuyken bu kişi güvenlik kaygılarını gidermek için borçlanmak zorunda. Güvenlik-borç ilişkisi yaşamın sadece bir parçası ve borçlandırma bunun bir parçası olarak gerçekleşiyor. Dolayısıyla politik ekonomik mekanizma çalışsa da birbirine indirgeme durumu söz konusu değil.
Marx’ın görüşleri, sermaye üretimi ve sınıfsal ilişkilere etkisi bakımından kitaba sürekli olarak eşlik ediyor. Mesela Marx yüzlerce yıl önce devlet borçlarına dair “…kapitalist bir ulusun kolektif olarak sahip olabileceği veya paylaşabileceği tek şey” belirlemesi yapıyor. Kitapta borcun evreninin bir katmanının da kamu borçlarının nüfusa yayılması olduğu değerlendirmesi yapılıyor. Yine güvenliğin sivil toplumun en yüce değeri haline geldiği belirlemesi yapılıyor. Bu yönüyle, aslında devlet ve borç arasındaki ilişki sınıfsal kompozisyonları ve sınıf içi düşünce-davranış-duyguları belirleyen bir yerde duruyor.
‘BORÇ SINIFSAL KOMPOZİSYONU HEM TAHKİM EDEN HEM DE SINIF İÇİ İLİŞKİLERİ ETKİLEYEN BİR EGEMEN STRATEJİSİDİR’
Sizce “borçlular” bir sınıf mıdır? Ya da bir başka deyişle “borçlular”ın sınıfsal karakteri nedir?
Borçlular bir sınıf değildir. Borç sınıfsal kompozisyonu hem tahkim eden hem de sınıf içi ilişkileri etkileyen bir egemen stratejisidir.
21. yüzyılda hem dünyada hem Türkiye’de finansallaşma ve borçlandırma politikalarıyla birlikte borçlular “homo economicus”un bir türevi olarak “homo-debitor (Borçlandırılmış İnsan)” kavramı üzerinden anlaşılabilir. Lazzarato’ya göre “borçlandırılmış insan doğumundan ölümüne kadar, kendisine tüm hayatı boyunca eşlik edecek bir alacaklı-borçlu iktidar ilişkisine tabidir” diyerek borç dispositifinin yönetilenleri kuşattığını, farklı tabiiyetler ve boyun eğdirmeler ortaya çıkardığını, kontrol ve disiplin mekanizmaları yarattığını belirtir. Bu durumda borçlular ise tutum gücünden düşme, itaat etme, hak ve özgürlük taleplerine mesafelenme durumunu yaşarlar. Dolayısıyla sınıfsal karakteri olmakla birlikte, bu karakterin dinamik yönlerini öne çıkaran; sermaye birikim yolunu açarak sınıfsal kompozisyonu etkileyen bir durum söz konusudur.
Son olarak, tezinize ve kitabınıza şu epigrafı not düşmüşsünüz: “Unutmaya karşı mücadelesini kaybeden ve Ben ile beden’in yarılmasında Varlığının değerini bir kez daha hatırlatan “Annem”e…” Bu ithafı biraz açar mısınız?
Doktoraya başladığım zaman, anneme demans teşhisi konulduğu döneme denk geliyor. Doktora ders ve tez sürecim bittiğinde, annem artık her şeyi ve herkesi unutmaya başlamıştı. Dolayısıyla bir geçmişe sahip benliği ile bedeni arasında bir yarılma gerçekleşmişti. Unutmaya karşı mücadelesini kaybetmişti. Doktora ve kitap süreci fikri olarak emek yoğun süreçler oluyor. Bu sürece paralel olarak annemin sağlığının bozulduğuna tanık olmak, beni duygusal olarak çok etkiledi. Bu sebeple hem tezde hem kitapta ithafımı anneme yaptım.