Hayatta iki tür insan var derler: Bir şeyleri sürekli sorgulayanlar ve sorgulamayı tehlikeli bulup rutine teslim olanlar. Fernando Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı tam da bu iki insan türü arasında gidip gelenleri anlatır. Pessoa’nın alter egosu Bernardo Soares, insanın iç dünyasında bir kılavuzdur adeta. Sizi, hayal ve gerçeklik arasında gelgitler yaşatan, bazen boğan ama her seferinde düşündüren bir yolculuğa çıkarır.
“Neye dönüştüğümü bilmiyorum, ama olduğum kişi olmadığım kesin.” der Soares. İşte tam bu cümle, yağmurlu bir kuşluk vakti alarm çaldığında yataktan kalkmak istemeyen herkesin ruh halini özetler. Alarmın sesi sizi gerçek dünyaya çağırırken, zihniniz hâlâ hayal dünyasında gezinir. Soares’in bu sözleri, moderniteyi içselleştirmiş insanın, günlük rutininde anlam mı bulduğu yoksa yavaş yavaş kendine mi yabancılaştığını sorgulatır.
Bu sorgulamalar, bir deniz salyangozunun beyni olmadan bile hayatta kalması gibi, ekolojik mücadelesinin sadece yaşamsal fonksiyonlardan ibaret olmadığını; esneklik, adaptasyon ve uhrevi bir boyutu olduğunu da hatırlatır. Pessoa, Kafka ve çılgın tütünbaz Camus’nün kahramanları ise ruhsal varoluşun anlamını sorgularken, okuyucunun içsel dayanıklılığını keşfetmesine ilham sağlar. Belki de asıl mesele, hem biyolojik hem de ruhsal hayatta kalma savaşımızda hangi yönümüzü daha çok beslediğimizdir.
Pessoa’nın Soares’i hayata dair en basit şeyleri bile sorgular. Mesela, “Mutluluk nedir ki? Sadece bir anın masumiyetine kapılmak mı?” diye sorar. Bu cümleyi okuduğunuzda, kim bilir aklınıza geçen hafta bir kafede otururken içtiğiniz kahvenin kokusuyla hissettiğiniz o anlık huzur gelir. Ancak kahve biter bitmez, zihniniz hemen faturalar, işler ve sorumluluklar arasında kaybolur. Soares’in dediği gibi, mutluluk belki de bir anlık yanılsamadan ibarettir.
Ara ara çeşitli esnaf anıları düşüyor aklıma. Kapalıçarşı’da eskiden esnafların o şahane sohbetleri olurdu denk geldiniz mi bilmiyorum. Bir dükkân sahibi size sadece halı satmaz, aynı zamanda bir felsefe dersi de verirdi! Sizi bir köşeye oturtur, hayattan ve insandan konuşurdu. Ama bugünün dünyasında o esnaf sohbetlerinin yerini, büyük mağazaların tekdüze “ merhaba yardımcı olabilir miyim?” cümleleri aldı. İşte Pessoa’nın Soares’i de, o eski esnafların ruhuna daha yakın bir karakter. Zihni sürekli geziyor, arıyor ve sorguluyor.
Şunu da peşinen söylemek isterim, hafıza Rabbülalemin’in bir armağanıdır. Ancak, yarın öbür gün ‘Latif Efendi, Pessoa’dan, Kafka’dan, yahut Camus’den bahset’ derseniz, kuvvetle muhtemel bu bahsi geçen psikolojik durumları merak edip, hele bi varoluşsal hezeyanları da izahet dersiniz, hık der kalırım, Allahuâlem.. Peşinen söyleyeyim, salyangozlar bile kurtaramaz beni! O vakit ‘nerede o eski Kapalıçarşı esnafları, ağızları iyi laf yapardı, dinletirlerdi’ demeyin bana.
İçsel kaosun anlatıcısı fırtınalı Soares’in bir başka sözü daha var ki, insanı bir anda durdurur: “Hayat bir bekleme salonudur, ama neyi beklediğimizi asla bilmeyiz.” Bunu düşündüğünüzde, bir otobüs durağında bekleyen insanların yüzlerini hayal edin. Hepsi bir yere gitmeye çalışır, ama gözlerindeki ifade genelde bir boşlukla doludur. Soares’in söylediği bu bekleyiş, sadece fiziksel değil, ruhsal bir bekleyiştir. İnsan bir yandan hayatı anlamayı beklerken, bir yandan da kendisini bekler.
Asla dizginlenemeyen bürokratik labirentlerin ustası Kafka’nın Dönüşüm‘üne bir bakalım mesela. Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendisini dev bir böceğe dönüşmüş bulur. Fakat Kafka’nın asıl derdi bu dönüşümün fiziksel boyutları değil, Samsa’nın yabancılaşmasıdır. Ailesi, toplum ve kendisiyle bağları kopmuştur. Pessoa’nın Soares’i gibi o da bir gerçeklik krizi yaşar. Bu krizde tek dayanağı, biz okurların ona duyduğu empati olabilir.
Ahh, o Pessoa yok mu, Portekizli üzüm sever dahi bir başka yerde Soares’in ağzından şöyle der: “Ruhumu açıklayacak kelimeler, hiçbir dilde yok.” Bu, XXI. yüzyıl insanın en büyük sancılarından biridir. Kalabalık bir ofiste çalışırken, etrafınızdaki insanlara ne kadar yakınsınız? Ya da bir otobüste herkesle fiziksel olarak temas ederken, aslında o insanlara ne kadar uzaksınız? Bu içsel yalnızlık, Pessoa’nın eserlerinde sıkça işlenen temalardan biridir ve Soares’in melankolisi, bunu hissettiğiniz anlarda sizinle birlikte olur.
Camus’nün Yabancı‘sı Meursault ise varoluşun tam aksine, duygularını askıya almış bir karakterdir. Mübarek ne sevinir ne üzülür. Toplumun normlarına uymayan bu hâli, okuyucunun zihninde garip bir yankı uyandırır. Soares gibi derin kaygılar taşımaması, onu daha az “insan” mı yapar, yoksa bu bir üstünlük müdür? Pessoa’nın Soares’i, Camus’nün Meursault’su ve Kafka’nın Samsa’sı… Hepsi, insanın kendisiyle hesaplaşmasını anlatır.
Pessoa bize önemli bir ders verir: Hayal ve gerçeklik arasında gidip gelmek, bazen insan olmanın ta kendisidir. Rutin bir hayat yaşarken zihnimiz hep bir çıkış yolu arar. Pessoa’nın bu çağrısını duymazdan gelirsek, deniz salyangozları gibi basit bir varoluşa özenebiliriz. Ama zihnimizin karmaşık yapısını anlamlandırabilmek, hikmet sahibi insanların en mânâlı arayışı olabilir.
Her şeye tıklayan nesil, sürekli çevrimiçi olmanın getirdiği bilgi bombardımanında, bu tür derin ve düşündürücü eserlerle karşılaştığında, özellikle iflah olmaz bir betimleme ustası olan Pessoa’nın dünyasında kaybolabilir. Bu kayboluş, belki de modern insanın en çok ihtiyaç duyduğu şeydir: kendi içsel dünyasına dönüp bakmak, varoluşsal kaygılarını ve yabancılaşma duygularını anlamak. Pessoa’nın eserleri, okuyucuyu bu içsel yolculuğa davet ederken, aynı zamanda modern yaşamın getirdiği zorluklarla başa çıkma konusunda da bize göz kulak olur.