İki gazetecinin öldürülmesi haber değeri taşımıyor mu?

Gazetecileri mesleki faaliyetlerinden dolayı sık sık hapsetmesi yüzünden “gazeteci hapishanesi” olarak adlandırılan Türkiye’de daha dün 7 gazeteci arkadaşımız daha tutuklandı. Suriye’nin kuzeyinde haber takibindeyken öldürülen meslektaşları Nazım Daştan ve Cihan Bilgin için son üç günde farklı kentlerde açıklama yapmak isteyen gazetecilerden en az 20’si İstanbul’da, 10’u Van’da gözaltına alındı. Şişhane’de gözaltına alınan gazetecilerden Gülistan Dursun, Hayri Tunç, Enes Sezgin, Osman Akın, Pınar Gayıp, Serpil Ünal ve Can Papila tutuklandı. Tutuklama gerekçesi abesle iştigal: öldürülen meslektaşlarının fotoğraflarını taşımak suretiyle “örgüt propagandası yapmak”!

Öldürülen meslektaşlarınızın fotoğrafını açıp “adalet” çağrısı yapmanız bile “terörizm”le ilişkilendiriliyor. Sadece son 5 ayda 5 Kürt gazeteci öldürüldü: Çira TV muhabiri Murat Mîrza, 11 Temmuz’da Şengal’de, gazeteci Gulîstan Tara ve Hêro Behaddîn 23 Ağustos’ta Silêmaniyê’de ve en son da Nazım Daştan ve Cihan Bilgin, 19 Aralık’ta Tişrîn Barajı ve Sirîn beldesi arasındaki yolda haber takibi yaparken öldürüldü. Ukrayna veya Filistin’deki gazetecilerin öldürülmesini haberleştiren nevi şahsına münhasır medyamız için kendi ülkelerinin yurttaşları olan gazetecilerin öldürülmesi haber değeri taşımadı. Biz gazeteciler kendi meslektaşlarımızın öldürülmesini göremeyecek kadar mı dumura uğradık? Bir soluk alıp, utanalım mı?

Düşünce ve ifade özgürlüğü sorununun Türkiye için bir hilkat garibesi olduğu eskimiş bir haber kadar herkesin malumu. Gelgelelim bilhassa 90’lı yıllardan itibaren başkaca bir vaziyet peydah oldu. İktidarlar kendilerine muhalif olan gazetecilere iğnenin ucunu batırdıysa, Kürt gazetecilere çuvaldız, hatta tırpan batırmayı hak gördü. Özelde Kürt, genelde Kürtlerin derdini tasasını yazan çizen gazetecilere yönelik baskının dozajı, paralize edecek şekilde hep daha yüksek olageldi.

Son on yıllık periyotta ise iktidar elinde tuttuğu yargı sopasını, Demokles’in kılıcı gibi kullanıyor. İktidar bu kılıcı bir tehdit unsuru misali kendisinin hukuksuzluk, yolsuzluk, yoksulluk ve baskılarını yazan muhalif gazetecilerin tepesinde tutarken, o kılıç, Allah’ın her günü Kürt gazetecilerin etine kemiğine batırıldı, batırılıyor.

İktidar artık handiyse şu görüşte: kendi medyasındaki gazetecilerinki gazetecilik faaliyeti, geriye kalanlarınki ise ‘terörizm’ faaliyeti. Bunda mutabıkız. Gelgelelim muhalif gazetecilerin büyük bir çoğunluğu da söz konusu Kürt gazeteciler olunca, farklı bir pencereden bakmıyor. Resmi ideolojiyle hizalanıp Kürt gazetecilerin sudan sebeplerle kriminalize edenlerin ekmeğine yağ sürüyorlar.

Kendilerinden ‘biri’ gözaltına alınınca ya da tutuklanınca kıyameti koparan bu güzide meslektaşlarımız, tutuklanmaları bir yana Kürt gazetecilerin öldürülmesine bile göz yumdu ve kelimenin en gerçek manasıyla üç maymunu oynadı. Her gün muhalif TV kanallarında çene çalan, gazetelerde basın özgürlüğünden dem vuran yahut sosyal medya platformlarında birer ‘özgürlük ve eşitlik abidesi’ gibi (gibi’si fazla) görünen meslektaşlarımız, iki gazetecinin öldürülmesine iki kelam edemedi. Pes doğrusu.

Öldürülen iki Kürt gazetecinin cansız bedenleri henüz toprağa bile verilmemişken suspus kalanlar, kendilerine yakın gördükleri bir meslektaşımız gözaltına alınınca birden zuhur ettiler. Hemen birinci ağızdan ifade edelim ki yanlış anlaşılmalara meydan vermeyelim: hangi gazeteciye bir baskı olursa olsun, ağız birliğiyle kınamak ve omuz birliğiyle karşı durmak gerekir. Nitekim, o ‘güzide’ gazetecilerin kılına bir zarar geldiğinde, Kürt gazeteciler hemen onların ifade özgürlüğü hakkını amasız fakatsız savunuyor. Fakat onlar ‘gazetecilik ailesinde’ bölücülük yapıyor ve bu durum ayrımcılık kokuyor. Ezcümle, ayıp yahu!

İsim isim yazmaya hacet yok. Bu eleştirilerin hedefinde olanlar, kendilerini gayet iyi biliyor. Vicdanları el veriyorsa, iki Kürt gazetecinin öldürülmesi sonrası başlarını kuma gömüp gömmedikleri muhasebesini bir zahmet bizzat kendileri yapsın. Gocunacak bir şeyleri var mı yok mu diye merak ediyorlarsa, handiyse paylaşım rekorları kırdıkları sosyal medya hesaplarına hafifçe bir göz atsınlar. Affederseniz ama amiyane tabirle dillerine pelesenk ettikleri o “gazetecilere özgürlük” narasını sadece kendi ‘mahallelerinden’ gazeteciler için attıklarını göreceklerdir. Sormazlar mı, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! İki meslektaşınızın öldürülmesi sizin için haber değeri taşıyacağı zamana kadar “basın özgürlüğü” demeyin, bir zahmet.

Esasında, kendileri de mesleki açıdan zerre-i miskal etik olmayan bu tavırlarının ayırdında. Görünüşe göre, ‘bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ tezi onlara pek de albenili geliyor. Bu ikircikli yaklaşım onlara ‘kazandırsaydı’, bencilce de olsa ‘anlamlı’ olabilirdi. İktidar, Kürt gazetecileri bir kere baskı cenderesinin içine hapsettiğinde, beriki hedef kendileri oluyor. Yurdum insanı yıllardır “susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganını boşuna atmıyor ya! Kulaklarının üzerine yatacaklarına, ‘vardır bir bildikleri’ deyip hiç değilse halka kulak versinler.

Bu görmezden gelmenin, bu kayıtsızlığın, bu duyarsızlığın kaynağında milliyetçilik mi, ‘kutsal’ devletçilik mi, Türklük sözleşmesi mi, yoksa konfor alanı mı var onu okurun takdirine bırakalım. Velakin bu riyakar tavır, sadece gazeteciler arasında da yok. Varoluş nedeni hukukun üstünlüğü ve insan hakları olan barolar, “etkin bir soruşturma” talepli açıklama yaptı fakat yalnızca 14 baro bildiriyi imzaladı. Daha sonra İstanbul Barosu’nun “etkin soruşturma” talepli açıklamasına ise jet hızıyla soruşturma açıldı. Gazeteci merakımı mazue görün: Türkiye Barolar Birliği ve tüm barolar en başında bu açıklamaya yapsaydı, soruşturma açılır mıydı? Bölük pörçük bir duruşun, iktidarı daha fazla baskı konusunda cesaretlendirdiğini eminim siz daha iyi biliyorsunuz. Siyasi partilere baktığınız zaman, aynı fotoğrafı görürsünüz. Ses yok, seda yok.

Hatta gazetecilerin hak ve özgürlükleri için adı ‘sınırsız’ olan gazetecilik örgütleri bile mevzu bahis Kürt gazeteciler olunca lal kesiliyor. Daha dün gözaltında olan gazeteci Özlem Gürses, ev hapsi şartıyla serbest bırakıldı. Ağzından bir cümle çıktı diye neredeyse tutuklanıyordu. Özlem Gürses gözaltındayken, ifade özgürlüğü hakkını savunduk. Öldürülen Kürt gazeteciler için kılını kıpırdatmayan nice meslektaşımız, aynı saatlerde Özlem Gürses için gösterilen dayanışmanın eksikliğinden yakındı.

Lakin şunu söylemek mecburiyetindeyiz: Kürt gazeteciler hapsedildiğinde ya da öldürüldüğünde, ağzınızdan üç beş kelime çıksa, bugün “gazeteciye kelepçe takmak nedir?” veya “işin çivisi çıktı” demek durumunda kalmayabilirdiniz. Kürt gazetecilerin dili kesilince “ama onlar” diye başlayan cümleler kurarsanız, diliniz “sürçtüğü” için sizi tutuklamaya başlarlar. Bu denizde özgürce kulaç atmak istiyorsanız, can simidiniz Kürt gazetecileri vurdurtmamaktır. Böyle biline. Aksi takdirde günün sonunda sizi gazetecilik yapamaz hale getirir ve türlü kıskaçlarla bir tabut içine sıkıştırdıkları gazeteciliğe son çiviyi de size çaktıracaklar.

Sözün kısası, eğri oturup doğru konuşalım: ülkenin bir gazeteci hapishanesi olmasında sizin de payınız yok değil. Ayrıları gayrıları öteleyip gazetecilik mesleği etrafında kenetlenirsek, ne Kürt gazeteciler, ne onların derdini yazanlar ne de onlara biricik dayanışma elini uzatan Seyhan Avşar gibi gazeteciler bu kadar kolay hedef alınır. Baskıların önüne baraj kurmak istiyorsak, önce bir kendimizi silkeleyelim ki sıra bize de gelmesin. Tüm baskılara karşı “gazetecilik suç değildir” şemsiyesi altında bir araya gelmenin zamanıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir