İlhan Durusel: ‘Mutluluk bize hep iki üç sokak ötede gibi gelirdi’

Türkçe edebiyatta en çok saygı duyduğum, zevk alarak okuduğum ve takdir ettiğim isimlerden biri İlhan Durusel’dir. Metinlerindeki ayrıksı karakterleri, ince türlerarası geçişleri, kara mizahı ve dil ustalığını yıllardır beğeniyle takip ederim. Ama bu yıl epistemic şiddet üzerine hazırladığım yüksek lisans tezimi yazarken İlhan Durusel’de ilgimi cezbeden başka bir şeyin, gerçekte tam da tarif edemediğim bir şeyin farkına vardım. Dildeki şiddetin onun metinlerindeki sürekli varlığı, dönüşümü ve direnişi. Aklımdaki soruları ondan daha iyi cevaplandırabilecek kimse olmadığından, bu merak onunla tanışmam için harika bir fırsat oldu. Bu, İlhan Durusel ile uzun sohbetimizin sadece küçük bir parçası.

İlhan Durusel

Anlatılarınızda ve karakterlerinizde, toplumsal ya da dilsel bir tür şiddete karşı bir duruş seziyoruz. Sizce eserlerinizde dil, mevcut bilgi ve anlam sistemlerine bir direniş olarak görülebilir mi?

Benim maceramda bu direniş ya da şiddete karşı duruş kendiliğinden oldu. Üslup sahibi olmaya doğru yol almak olabilir mi? Bir doğal sonuçtu. Bizimki gibi mahallelerde büyüyüp daha sonra bambaşka sosyo-ekonomik sınıfların varlığını öğrenip (filmlerden, kitaplardan değil tabii sadece) canlı çekim yaşantıları ile birlikte o evlere girip çıkıp o ortamlarda bulunmamız içimizde eski hayata, çocukluğa karşı başka türlü bir bakış yarattı. Çocukluğumuzu, hep söylediğim gibi, severiz, işte anamız babamız sağlıklı, genç, hala hayatta. Köşeden bir koltuğunda karpuz öbür koltuğun altında Dimitrakopulo şarabı, alnının teriyle kazandığı yevmiyesi arka cebinde çıkıp gelen bir baba, işten eve yorgun dönen bir tornacı. Eve her akşam gelişi bir görüş günü. Bunlar unutulur şeyler değil.

Biz bir yazlık sinemanın yanında oturduk 10-15 sene. O yazlık sinemada oynayan filmlerin hepsini, hepsini yani abartmasız gördük. Karate, kovboy filmlerinden açık saçık filmlere, Taras Bulba’dan Barbarella’ya kadar istisnasız hepsini gördük. Kimse uzak tutmadı o sihirli perdeden bizi. O perdenin örttüğü gerçek dünyada gizli, müthiş bir kuralsızlık, kaidesizlik vardı. Çocuklarını, karılarını ve analarını öldüresiye dövenler özellikle. Senin sistemli şiddet dediğin, yen içindeki kırık kol misaliydi bize. Daha sonra çocukluğum bittiğinde anladım ki o sokaktaki kabadayıların, zorbaların, yanında çalıştığımız kalfaların, ustaların aslında hayatta hiçbir şey olamayan ve dünyayı kendilerine ve çevresindekilere zehir etmekten başka hiçbir amacı olmayanların olağanüstü hal bölgesiydi bizim mahalleler. Çok fazla tembel, işsiz ve mutsuz insan vardı; aşırı kederli değildiler ama mümkün mertebe öfkeliydiler. Onların arasında pısırık ve sünepe olmaktan başka şansımız olamadı çünkü ailemiz bizi okutmak istiyordu. İlkokul üçten dörtten sonra bir tamircinin yanına girmiş olsaydık, biz de büyük olasılıkla var olabilirdik o ortamda. Bana, benim gibilere karşı yapılmış bir haksızlık gibi görmüyorum bunu ama Darwin’in doğal seçimiyle açıklıyorum. O ortam bizi bir türlü kabul etmiyordu. Ya ezilip yok olacaktık ya da bir an önce oradan çıkıp gidecektik ki ikincisi oldu. Yok olup giden çok arkadaşımız oldu, bizden çok daha akıllı çok daha yetenekli, müthiş futbol oynayan, resimleri, karikatürleri inanılmaz derecede güzel, profesyonele yakın insanlar vardı, onların bir kısmı yok olup gitti, evet doğru. Yani aile içinde ciddi bir travma yaşatacak tokatlar tekmeler bilmem ne falan olmadı bizim evimizde, babam elini kaldırmadı bize, daha çok annemizin terlikleri, nalınları, hortumları, süpürge sapları, çamaşır sopaları vardı, onlar unutulmaz, bir sergi açsak yani müzelik eşyadır onlar, hala sağımızda solumuzda izleri vardır onların. Unutulur şeyler değil biz üç kardeştik sıraya geçirirdi, böyle askeri içtima gibi, sonra onların benzerlerini askerlikte yaşadık, bazılarımız hapisanelerde. Ben bunu şöyle görüyorum: evdeki şiddet fiziksel bir şiddet değildi ama küçücük bir açığı olan, bir işi bir şekilde başaramamış, küçücük bir hata yapmış olan insanın onurunun delik deşik edildiğini gördük. Biz de hemen bunu taklit etmeye başladık çünkü tek seçenek o yol gibi geliyordu. Çünkü okul (temel eğitim), askerlik (yanaşık düzen) şiddetin en şiddetli odakları. Oralarda hakim olan racon sen dalga geçmezsen, sen birilerini aşağılayıp mobbing yapmazsan kurban sen olursun. Okuldaki sağlam karakterli bir iki hoca bunun yanlış olduğunu söylüyordu ama açıkçası okulda, sokakta, evde, fabrikada, kışlada başka bir gerçeklik vardı, geçerli tek kural bu orman kuralıydı: altta kalanın canı çıksın!

Mutsuz bir aile değildik belki ama sevgi dolu, sıcacık bir yuvamız olduğu da söylenemezdi. Mutluluk bize hep iki üç sokak ötede Altıntaş‘ta, Üçyol’da, Bahçelievler, Hatay’da, Hakimevleri ya da Güzelyalı’da gibi gelirdi. Betonyol’dan Mektupçu’ya inen yokuştaymış meğer, lise sonda anladım.

‘DİL YA BAŞKALDIRMAYA YARDIM EDER YA DA HER ŞEYİ KABUL EDİP HAYATI OLDUĞU GİBİ DEVAM ETTİRMEYE’

Dilin baskın bilgi yapılarını pekiştirme ya da sorgulama gücü hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizin eserlerinizde dil, bunun tersi yönde hareket eden bir araç olarak görülebilir mi?

Dil bazı yapıları pekiştirir, güçlenmesine yardımcı olur ya da o yapıların yasallığını, meşruiyetini sorgular, sorgulayabilir. Böyle bir durumda dilin dilbilgisi kuralları içinde konuşulması dilin iktidar dili olarak kabul edilmesi, söylemin iktidar tarafından belirlenmesi kaçınılmazdır. Kuvvetliler, güçlüler tarafından önderler yaratılması bizim hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini söyleyen otoriteler üretilmesine benzetilebilir bu. Bu durumda dil ya başkaldırmaya yardım eder ya da tevekkülle her şeyi kabul edip hayatı olduğu gibi devam ettirmeye, haksızlıkların, usulsüzlüklerin, ayrımcılığın, yayılmacılığın, işgal ve soykırımın devam etmesine yardımcı olur. Çok önemli şeyler oluyor gözümüzün önünde. Örneğin İsrail’in Filistin’i işgali ile ortaya çıkan durum. 2023-2024 yıllarında Birleşmiş Milletler’in ve batılı devletlerin, Avrupa’nın ve Amerika’nın aynı kelimelerle bambaşka diller konuştuğunu, başka anlamlar oluşturduğunu gördük. Gördüklerimizden başka şeyler anlamamız gerektiğini söyleyen bir dünya, bir günden yarattılar bizim için. Edebiyatın bu durumda yapması gereken ne? Haksızlığı, işgali, yayılmacılığı, ayrımcılığı, ırkçılığı durdurmak mümkün mü, mümkün değil mi? Buna nasıl karşı çıkılır? Buna karşı nasıl baş kaldırılır? Edebiyat bunu bize öğretebilir, dilimiz, yazdığımız değil. Aynı kelimeleri kullanarak onlarla, yani o iktidarla, işgalcilerle, ve o işgalcilerin çanak tutucularıyla, yardakçıları ile aynı dili konuşuyor olmamız aynı şeyleri söylediğimiz anlamına gelmiyor. Sanıyorum benim yazmak istediğim öykünün ya da şiirin içinde öyle bir iştah, istek var, öyle bir arzusu var. Meramı gizleyerek değil ama meramı okurun, okuyucunun biraz zahmete düşerek görmesini istediğim şeyler. “Edebiyatın dili iktidarın kullandığı kelimelerle ona karşı hem bir sorgulama aracıdır hem de özsavunma aracıdır.” diyebiliriz herhalde.

Defterdar’da bir yerde şöyle diyorsunuz; “Beni orda arayın işte, orda. Meşhurlarla değil, meçhullerle.” Sonra isimleri, bilinen isimleri, saklanan ve yok edilen isimleri, isimlerin gücünü anlatıyorsunuz. İsimlendirmek ve isimsizleştirmek hakkında ne düşünürsünüz?

Çokça ve sıkça duyduğumuz bir deyiş var “Adlandırılan öldürülmüştür.” diye, “Adlandırmak öldürmektir.” diye. En çok İlhan Berk kullanıyordu bunu. Ben şöyle düşünüyorum kendi adıma: Sergilere gittiğimde ya da internette, sosyal medyada “adsız” diye başlıkların verildiği eserler var. Özellikle ressamlar yapıyor sanıyorum bunu. Bir şeye ad verebilecek kadar kıymet vermiyorsak eğer, onu yapmış olmamızın motivasyonu ne, anlamı ne? Bizi onu yapmaya zorlayan neydi, ben bunu açıkçası pek anlamıyorum. Eski Türklerdeki adını kazanma geleneğini düşünürsek mesela, bir Boğaçhan gibi (ünlü Dede Korkut örneği), üç aşağı beş yukarı gerçek hayatta da bunun geçerli olması gerekiyor. Neden? Çoğu zaman bir şiirin, bir öykünün adını en başta verdiğimde ben onu belirleyen bir şey olduğunu; o maceranın, o yazma macerasının nereye gittiğini en başta belirlemiş gibi olduğumu düşünüyorum. Öte yandan bir şey bittiğinde başlangıçta verdiğim ada baktığımda, hiç uymadığını düşünüyorum. Onu değiştiriyorum. Working title (geçici başlık) diye bir şey var. Yani ne üzerine çalışıyorsun diye sorulduğunda bir roman üzerine çalışıyorum diyor bazı arkadaşlarımız. Ne hakkında diyorsun, buzul çağı hakkında diyor arkadaşınız. Mesela yani bu Working Title oluyor. Bittiğinde de bambaşka isim verilebiliyor. O yüzden adlandırmaya çok büyük önem veriyorum ben. Bir şeyin başlığının olması, bir şeyin adının olması bana çok önemli geliyor. Bir varlığın kanıtlanması gibi geliyor. Öte yandan bir şeyi adlandırdığımızda ya da bir şeye özellikle ad vermediğimizde, bunun gerekçesinin okur tarafından anlaşılması gerekiyor. Yani önüne gelen her şeye başlıksız (untitled) diyen bilgisayarlar, insanlar çok yavan ve vasat bence. Yaptığımız her yemeğe isim vermeyebiliriz mesela ama resim ve kompozisyonlarımıza başlık mecburi. Şehir meydanlarındaki heykelleri çoğumuz rahatsız edici buluruz ama meçhul asker anıtı hoşuma gider benim. O meçhullük çok hoşuma gider, alçakgönüllü, bir meçhule giden gemi gibi. Nazım Hikmet’in Meşhur Adamlar Ansiklopedisi vardır bir de sıradan insanlar olsalar da hepsinin adı vardır. Tornacılar Torbacı oldu bugün, o ayrı. Meçhul asker anıtı, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, ikisi arasında kıl kadar bir ayrılık var. Yusuf Atılgan’ın adlandırmadığı kahramanları var. Bunu bir amaç uğruna yaptığını biliyoruz. Oradaki adsızlık edebiyat için, o eser için maksatlı bir şey. Var olan her şey bir ismi de hak ediyor bence. Yani yaradan ben olsaydım isimleriyle beraber yaratırdım her şeyi. Ya da tersi. O yüzden adımı kendim seçtim.

KÜÇÜK DİLLE YAZMAK

Dil Tutulması’nda “Dil büyür ağızda, şimdi, küçük dille yazmak gerek.” yazdığınızı okuduğumda neye uğradığımı şaşırmıştım. Kitabı okuduktan yıllar sonra teorik bir çalışma yaparken bu kelimeler tekrar aklıma geldi. Bendeki tüm şiirsel çağrışımları saklayarak doğrudan size sormak istiyorum, neden küçük dille yazmak gerek?

Susmanın, içinden konuşmanın şiiridir o. Sessizliğin, bir taraftan da dilini yutmanın şiiridir, yutulmuş bir dille, kelimelere artık şekil verilemeyen bir ağızda, kelimelerin artık şekil veremediği bir ağızla yazılan bir şiir. Bir taraftan korkudur belki bu, bir taraftan da gerçeği dile getirmemenin bunaltısı, sıkleti. Kelimelerin yetersizleşmesi değil, kelimelerin içimizden çıkamadıkları için bizi boğar hale getirmesidir. Günlük dilin, anadilimizin yani, bizi terk etmesi, bizi yarı yolda bırakması, hayal kırıklığına uğratmasıdır o. Dille çıkardığımız ses ve kelimelerle, sözel iletişimle, artık bir yere varmadığımızın şiiridir. Küçük dille yazmaya başladık ki eninde sonunda kelimesiz yerlere varacağız. Dilsiz mi olacağız orada, onu merak ediyorum.

Yayvan, yavşamış, salyalı ağızlardan ağızlara hırpalanan dilimize de zaman zaman güceniyoruz, küçük dil o yüzden önem kazanıyor. Koruyalım onu. Yani dilimizi. Teşekkür ederim bu zorlu ama zihin açıcı soruların ve sabrın için.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir