Göçmen bir ailenin Türkiye’ye gelişi ve peşi sıra gelen mecburi ayrılıklarıyla açılan Tatil Kitabı, kandırılmanın, yalnızlığın, kolektifin etkileyici gücünün, eşitsizliğin ve adaletsizliğin anlatıldığı, yazarın acının izlerinde bizi dolaştırırken çok da canımızı acıtmamayı başardığı, kadınların toplaşarak kesekâğıdı yaptığı veyahut çocuklarını eteklerine takarak panayırları dolaştığı, pazar yerlerini, iki kapılı olan ve her şeyi bu iki kapının aralığında satan dükkânları mesken tuttuğu, komünist gençlerin duvarlara düşüncelerini boyadığı, sağcıların kahvehanelerde konuşlandığı bir geçmiş zaman hikâyesi. Ve hatta deyim yerindeyse eski bir Türk filmi anımsatıcısı.
BİR AYRILIK KAÇ YAŞAM?
Kitabın açılışında karşılaştığımız “Bu kitabı hiçbir zaman okuyamayacak Zehra Türk’e, devrim hayalinin güzel çocuklarına…” ithafı, içeride olacakların vurucu bir yansıması aynı zamanda. Ama bu hayale giden yol, sekiz yaşında bir kız çocuğunun yakın perspektifte durduğu ve alıştığı yaşamın içinden çıkarılıp bambaşka bir hayatın koynuna bırakıldığı yerden yakalıyor bizi en başta.
Almanya’dan Türkiye’ye gelen otomobillerindeki derin uykusundan onu kucaklayan insanlara uyanıyor Münevver. Neşeyle karşılanıyor. Birkaç gün süreceğini düşündüğü bu misafirlikte Münevver, uyumlanmaya değil, içinde bulunduğu zamanı sürüklemeye uğraşıyor. Komşu evlerin çocuklarıyla sokakta oynanan oyunların niceliğine ekleniyor veyahut hikâyenin omurgasında duracağını henüz bilmediğimiz İbo’yla okuyacağı kitapları konuşarak, kitapları okumaya günlerinin yetmeyeceğinden dem vuruyor. Buraya kadar her şey beklenenleri veriyor bize. Hepimizin aşina olduğu o yabancılık evresi. Ancak Münevver’i ailesine bağlayan ipler tam da bu noktada kopuyor. Almanya’daki yaşam şartlarının altında ezilen ailede babanın çalışmasının yetmediğini öğreniyoruz. Bu durumda Alman Hükümeti tarafından anneye Münevver’den daha büyük olan iki çocuğunu evde yalnız bırakma imkânı verilirken, aynı hak küçük olan Münevver’e tanınmıyor. Böylece aile için bir çatışma var oluyor: Ya Münevverli darboğaz bir Almanya hayatı ya da Münevver’in Türkiye’de kaldığı, geçim sıkıntısının bertaraf edildiği bir yaşam olasılığı. Pek tabii Münevver’in Koca Hala’nın, Rasim Enişte’nin ve oğulları İbo’nun yanında kaldığı yeni hayat da böylece başlıyor.
Hikâyenin bundan sonrası eski bir Türk filmi havasında. Kadınlar eteklerinde çocuklarla gün boyu koştururken, birbirlerinin iyi haberleriyle hep beraber şenliğe katılıyor veyahut kötü haberleriyle aynı kalp sancısına tutuluyorlar. Akşam yemeklerini, yıkanacak çamaşırlarını, toplaşıp yapılacak yeni el işlerini kovalıyorlar. Hep beraber pazar yerlerine, ev gezmelerine, panayırlara, ramazan sofralarına ve hatta bir doğum sancısıyla orta yerinden bölünecek denizli pikniğe gidiyorlar. Yaşadıkları toplumsal zorluklar ise alıştıkları bir durum halini alıyor. Sorgulamıyor ve hatta neredeyse hiç şikâyet etmiyorlar. Kendilerine veyahut komşularına fayda sağlayan her şeye kucaklarını kocaman açıp, memlekette olan hiçbir şeyi düşünmüyorlar.
Boşnakça kelimelerin, Çingene halkın da eşlik ettiği bu kısımları oldukça eğlenceli ve tanıdık bulduğumu söylemeliyim.
GİTMEK YA DA KALMAK
“Daha geleli üç gün olmuştu ama evden çıkıp da çay boyuna varana kadarki şu beş-on dakikalık araba yolculuğu boyunca bile artık burada yaşamadığına, buradan kurtulmuş olduğuna ne kadar sevindiğini ima eden bir sürü laf etmişti.”
Yukarıdaki pasaj Münevver’in babasının birkaç günlük Türkiye misafirliğinden. Burada dikkat çekmek istediğim nokta, iyi bir yaşam uğruna göçmen olmayı seçmenin olası etkisi. Bir diğer husus ise gitmeyi seçen baba figürünün karşısındaki diğer ana karakter yani İbo. Bu kısımda bu iki kahramanın bir tez ve antitez olarak karşı karşıya getirilmediğini belirterek, ikisinin seçimlerindeki ayrışmaya dikkat çekmek istiyorum. İbo, sara hastası bir genç. Bu hastalık İbo’nun yaşamını köklerinden değiştiriyor. Askere gidemeyeceği, çalışamayacağı deyim yerindeyse herhangi bir şekilde birilerine veyahut kendine fayda sağlayamayacağı bir gerçeklik yaratıyor. Bu noktada İbo, üzerine yapışan bu karanlığı dağıtacak bir yol buluyor: Düşünceleri. Komünist İbo için, insanlara yardım etmek, onlara fayda sağlamak, onlara içinde bulundukları yaşam koşullarının kötülüğünü anlatmak asıl mesele.
Burada bir parantez açarak Mahir Ünsal Eriş’in eski hikâyelerinde de yaptığı gibi Tatil Kitabı’nı da seksenlerin başında geçirdiğini belirtmek istiyorum. Bu da o dönemde dünyadan ambargo yiyen Türkiye’de yağ, şeker ve tüp kuyruklarının olduğu zamana tekâmül ediyor. Aynı zamanda arka planda sağcı solcu çatışmalarının harlandığı, ataerkil düzenin toplumun bir kısmı tarafından rahatsız edici bulunduğu dönem. Ancak tüm bunlar geri planda akarken biz, az evvel de bahsettiğim gibi çocukluğumuzdan ve Türk filmlerinden aşina olduğumuz mahalle kültürünün eğlenceli, etkileyici ve düğümleri sımsıkı bağlı zamanlarına taşınıyoruz. Bu kısımda karanlığı dürttüğünü hissettiğimiz kişiler ise İbo ve onun gibi en büyük kahkahası yalnızca tebessüm olan arkadaşları. Seksenlerin Türkiye’sindeki halkın sürüklenişi, mevcut durumdan rahatsız olmayışları İbo için önceleri hasıraltı edilir gibi dursa da kitabın sonlarına doğru onun da bir uyanış beklediğini görüyoruz. Bu noktada yeniden Münevver’in babasına dönmek istiyorum. Az evvel de dediğim gibi İbo’nun antitezi o değil, İbo’nun antitezi kahvehaneyi mesken tutan ve hikâyeleri kitap boyunca bize anlatılmayan sağcı gençler. Ancak Münevver’in babası da daha iyi bir yaşam uğruna ülkesini terk ederken geri döneceği günün hayaliyle gitmiş, geri döndüğü gün de daha iyi bir Türkiye bulacağına inanmış biri. Bu da onu, var olan haksızlıkları düzeltmeye çalışan İbo’nun mücadelesinin aksindeki konumuna getiriyor. Ve bize şunu sorduruyor: Mücadele toplum için mi, yoksa kendin için mi olmalı?
KAFES
Kitaptaki kafes imgesine değinmek istiyorum. Öyle ki kafes, Mahir Ünsal Eriş tarafından aynı zamanda bir imgelem olarak kullanılsa da yazar bunu bizim çözümümüze bırakmamış ve imgelemini kitapta kendisi açıklamış.
Peki nedir bu kafes?
Bunun için kitabın başlarına dönmek gerekiyor. Kafesinde duran Paşa’ya Almanca öğretmeye çalışan Münevver’i görüyoruz ilk sayfalarda. Münevver kitabın ilerleyen sayfalarında Paşa’nın kendisini de temsil edeceğini, kafesteki yalnızlığının sarsıcı bir imgelem olacağını henüz bilmiyor. Yalnızca Paşa’nın içinde bulunduğu kafesi görüyor.
Peki Münevver’in kafesi ne?
En başta bunu, ait olmadığı bir evde yaşamaya bırakılması olarak düşünebiliriz. Bu ev ve hatta tanımadığı ülke onun kafesi olarak görülebilir. Ancak daha derine inerek, en derin uykusunun koynundan ailesizliğe uyandığı zamana dönmek istiyorum. Gözlerini günlerdir alışmaya çalıştığı misafir evine ancak anne babasının yokluğuna aralayan Münevver için uykular artık ne kadar güvenilir olacaktı? Veyahut rüyalar artık ne kadar berrak kalacaktı? Münevver’in ilk sayfalarda gördüğü rüyalardaki karanlık bence tam da bunun emaresi. Karanlıktan çıkmanın da hemen mümkün olmamasının sebebi ise Münevver’in çocuk bedenini bulunduğu yerden başka bir yere götüremeyeceğini, yetişkinlerin kararlarının altında ezilmek zorunda bırakıldığını anlaması ve günden güne uçmayı unutması. Öyleyse Münevver’in asıl kafesinin kendi çocuk bedeni olduğunu söyleyebilir miyiz, bence söyleyebiliriz.
TATİL KİTABI
Kitaba adını veren Tatil Kitabı, Münevver ve Koca Hala’nın koşturmalı bir günün sonunda uğradıkları iki kapılı dükkândan aldıkları bir kitap. Kitapta çok önemli bir alan kaplamıyor gibi dursa da Münevver’in aldığı tek kitap olması ve onu okuyup bitirmeye kıyamaması önemli. Ayrıca diğer bir açıdan sayfalarında kısa bilgilerin olması, Atatürk’ün hayatını anlatması ve İbo’nun bu Tatil Kitabı’na burun kıvırması da mühim. Bu noktada okumayı çok seven Münevver için Koca Hala’nın takvim yaprakları okuduğundan, İbo’nun ona uygun bir kitap almak istemesinden, pazarda karşılaştıkları Destancı’yı ellerinden kaçırıp kitap alma şansını yitirmelerinden de bahsetmeliyim.
Peki Münevver için böylesi önemli olan okuma aşkı bu kadar baskınken ne oluyor?
Münevver sokakta oynadığı çocukların bakış açısıyla sekteye uğruyor. Mahir Ünsal Eriş, sokakta koşturan Asiye, Birgül, Songül, Gökhan, Fatih ve diğer çocukların karşısına evde kitap okuduğu ve babasını kaybettiği için dışarı çıkmayan Pınar’ı koyuyor. Münevver için Pınar ideal bir arkadaş, ulaşılmak istenen hedef gibi dursa da arkadaşları tarafından dışlanma korkusu kitap aşkına galip geliyor.
Kolektifin gücünü satır aralarında alacağımız bu kısmın geri planda kalsa da alt metinde başarıyla kullanıldığından bahsetmeden geçmemeliyim.
İLK AŞK, İLK ÇATIŞMA
Münevver ve İbo arasındaki katıksız dostluğu, kitabın henüz ilk sayfalarında görmemiz mümkün. Ancak bunun Münevver’in tarafında devasa bir hayranlığa dönüştüğünü, sokağa çıkma yasağının kol gezdiği gecelerde İbo’nun sokaklarda dolaşmasının Münevver’in çocuk kalbini endişeye soktuğunu, aynı odada uyudukları uykularda huzurlu olduğunu, İbo’nun yanında kendini güçlü hissettiğini ve Koca Hala ile İbo’yu ailesi olarak görmeye başladığını söylemeliyim. Münevver’in İbo’ya karşı duyduğu hayranlığın ne olduğu kitap boyunca belirsiz. Ancak belirgin olan başka bir şey var ki, o da Almanya’dan taşraya gelen bu kızın, Münevver’in; sokaktaki erkek çocuklar için var olan etkileyiciliği. Münevver’in günden güne diğerlerine benzemesi ve öznelliğini yitirmesi bile onu farklı olmaktan alıkoymuyor. Fatih ve Gökhan için Münevver’e duydukları aşk, önceleri içlerinde sakladıkları birer tortudan ibaretken Fatih’in ilk taşı atmasıyla bir çatışmaya, Münevver’i elde etme çabasına dönüşüyor.
Bu kısımlarda aşkın tatlı telaşının yanında, böylesi durumların kırsalda verdiği sınavları da okuyoruz. İlk aşkın masumluğu kadar, masumiyetin her an bozguna uğrama ihtimali de bizi sarıp sarmalıyor.
KAHRAMAN, YETİM, BAKICI
Carl Gustav Jung’un on iki arketipinden bazılarını Tatil Kitabı’ndaki karakterlerde apaçık görmemiz mümkün. İbo’nun kahramanı, Münevver’in yetimi, Koca Hala’nın ise bakıcıyı temsil ettiği düşüncesindeyim. Bu arketipler ışığında karakterlere bakalım:
Jung’ın arketipine göre kahraman, değerini cesur davranışlarla gösteren, dünyayı iyileştirmeye çabalayan, hem galip hem de takım oyuncusu olan dirençli kişidir. İbo, tüm bu özellikleri taşıyan gerçek bir kahraman olarak duruyor hikâyede. Bakıcıya bakacak olursak onun da tanımı şöyledir: Komşusunu kendisi gibi seven, başkalarını koruyan ve kollayan, sömürülmeye açık, şefkatli, anaç bir koruma dürtüsü olan kişidir. Kitabı okuyanlar ve Koca Hala’yı tanıyanlar, bu tanımlamaların tam olarak onu işaret ettiğini göreceklerdir. Son olarak yetime bakalım: En büyük korkusu dışlanmak olan, kolayca hayal kırıklığına uğrayabilen, ait olma isteği baskın olan kişilerdir. Tıpkı Münevver gibi.
Mahir Ünsal Eriş karakterlerini yaratırken bu arketiplerden faydalandı mı bilinmez, ancak hayatta var oldukları şekilde karakterlere başarıyla yedirildikleri su götürmez bir gerçek. Öyle ki inandırıcılıkları oldukça etkileyici bir düzeyde.
HATIRLAYARAK
Tatil Kitabı’nın hemen hemen iki yüz sayfası boyunca karanlığı yalnızca kıyılarda gördüğümü ve sığ sularda eğlenceli kulaçlar atabildiğimi söylemeliyim. Sonlara yaklaştıkça ise sular bulandı, karanlık uykusundan uyandı, silahlar patladı ve ölüler yandı.
Bana kalırsa kitap, Tatil Kitabı adını iki kapılı dükkândan alınan kitaptan olduğu kadar Münevver’in o uzun yazından da aldı. Almanya’da büyüyen bir kız çocuğunun; ölüme, doğuma, ramazana, kan kardeşliğine, ilk oruca, ilk aşka, ilk ahretliğe, ilk yalnızlığa, ilk kandırılmaya şahitlik ettiği o koca yazdan.
Tatil Kitabı’yla yolculuğumu bitirirken hatırladıklarımın tadı damağımda. Zamanla silineceklerine şüphem yok. Ama Münevver ve İbrahim’in şu cümleleri yüzümde her daim tatlı bir tebessüm bırakacak:
“Unuttuğumuz hatıralar nereye gidiyor? diye sordu. İbo şaşırdı kaldı. Bilmem, dedi çaresiz, belki de hatıramızdan silindikten sonra yüzümüzde çizgi oluyorlardır.”