İYİ Partili Zorlu’dan ‘Suriye’ çağrısı: Türkiye öncülük yapabilir

TBMM Genel Kurulu’nda; TBMM, Anayasa Mahkemesi, Adalet Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’nın 2025 yılı bütçeleri görüşülüyor.

Görüşmelerde Dışişleri Bakanlığı bütçesine ilişkin söz alan İYİ Parti Ankara Milletvekili ve TBMM Dışişleri Komisyon Üyesi Kürşad Zorlu, şöyle konuştu:

“Türk dış politikasının oldukça geniş bir coğrafyada, Asya’dan Ortadoğu’ya, Kafkaslardan Afrika’ya, Avrupa’dan Amerika’ya kadar birçok sahada faaliyet sürdürdüğünü ve doğrudan ya da dolaylı olarak etki kapasitesini artırmaya çalıştığı görülmektedir. Bu yönelimin sadece diplomasi aracı ile açıklanamayacağı, bunun yanında ekonomik, siyasi, ticari ve askeri anlamda doğru ve katkı sağlayıcı adımların atılmasının gerekliliği de ortadadır. Dolayısıyla iç teşkilatlanmamızın dış politika hedeflerimizle uygun bir şekilde tercih değil tarihi bir zorunluluktur. Bu bakımdan Dışişleri Bakanlığı’nın 2025 yılı bütçe teklifine baktığımızda, mevcut küresel dinamikler ve jeopolitik gerçekler karşısında yeterli olmadığını ifade etmeliyim. Bakanlığın genişleyen görev alanları ve stratejik hedefleri açısından öngörülen 39 milyar TL’lik bütçe, yani yüzde 0,26’lık pay yüzeysel bir artıştır.

‘KİMSENİN ÖNGÖREBİLECEĞİ BİR DURUM DEĞİLDİ’

Bu bütçeyi değerlendirirken, ülkemizin hak ettiği uluslararası saygınlığını ve etkinliğini artıracak, güçlü bir diplomatik vizyonu destekleyecek şekilde oluşturulması gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Sayın bakan değerli milletvekilleri bugünlerde sanıyorum vatandaşlarımızın en çok merak ettiği konuların başında Suriye’deki gelişmeler ve bunun ülkemize yansımalarının nasıl olacağı gelmektedir. Çünkü uzun yıllar süren iç savaşla birlikte yaşanan yıkım ve zulümden en çok etkilenen ülke Türkiye olmuştur. Suriye’de 13 yıl gibi uzun süren bir iç savaşın ardından rejimin devrilişini sağlayan ve Şam’a giden yolu tüm dünyayı şaşırtacak şekilde kısaltan gelişmeler Türkiye’nin çok taraflı dış politikasını ve güvenliğini yakından ilgilendirmektedir. Kabul etmek gerekir ki 27 Kasım’da İdlib’te HTŞ’ye bağlı gruplarca başlatılan harekatın 10 gün gibi kısa bir süre içinde Şam’da zaferle sonuçlanabilme ihtimali aylar önce kimsenin öngörebileceği bir durum değildi.

‘FARKLI GÜÇ DEVŞİRMELERİNE NEDEN OLABİLİR’

Şimdi şu soruların sorulmasını ve bu düzlemde bir yakın gelecek planlaması yapılmasını tarihi bir sorumluluk olarak görmekteyiz. Son yaşananlar çerçevesinde 2018’den bu yana Birleşmiş Milletler’in de terör örgütleri listesinde yer alan, keza, Türkiye, ABD, AB ülkeleri ve daha birçok ülkenin ve kuruluşun da böyle nitelendirdiği HTŞ’yi öne çıkarmıştır. ABD’nin ve bazı batılı ülkelerin de bir süredir bu yapılanmayla temasları olduğu malumunuzdur. Peki bu yapılanma yeni dönemde nasıl bir değişime sahne olacak ve muhataplığımızı belirleyen kriterler neler olacaktır? Dün uluslararası haber kaynaklarına yansıdığı üzere Katar’ın HTŞ üst yönetimiyle temasa geçtiğini anlıyoruz, bunu diğer bölge ülkeleri de izleme ihtimali çok yüksek görülmektedir. Şu hususu da belirtmek gerekir ki söz konusu yapılanmanın son 10 günlük süreçte elde ettiği yeni silahlar ve imkanlarla bu tahkimatın nasıl bir noktaya taşıyacağı belirsizliği korumaktadır. Örneğin sadece Halep’te 80 bin top mermisi elde edildiği belirtilmektedir. Bu durum genel olarak ‘muhalifler’ şeklinde adlandırılabilecek geniş gruplar arasında farklı güç devşirmelerine neden olabilecektir.

Öte yandan an itibarıyla HTŞ’nin Şam’da kurduğu yeni yönetimi İdlib merkezli Suriye Kurtuluş hükümetine devrettiği açıklanmıştır. Dolayısıyla bu yeni durumda da İsrail’in saldırılarıyla birlikte bu mevcut yapılanmanın buna bir reaksiyon gösterdiği anlamını çıkarmak mümkündür. Bu doğrultuda Suriye önümüzdeki dönemde makul bir istikrara mı yoksa birbirini tetikleyen yeni bir savaş alanına mı sahne olacaktır? Doha’da gerçekleşen Türkiye, Rusya ve İran arasındaki toplantıdan çıkan sonuç özet itibarıyla bir geçiş döneminin ardından yeni bir anayasa ile seçimlerin gerçekleştirilmesini işaret etmektedir. Bir başka şekliyle BM Güvenlik Konseyi’nin 2015 yılında kabul ettiği ve ateşkes ile siyasi çözüm öngören 2254 sayılı Kararı çerçevesinde bir çözüm bulunmasından söz edilmektedir. Öyleyse bu anayasa süreci hangi aktörler tarafından ve hangi ilkelerle şekillenecektir?

‘TARİHİ TOPLANTIYA TANIKLIK EDİLEBİLİR’

Bunca belirsizliğin ve soru işaretlerinin olduğu ilerleyişe, Türkiye açısından baktığımızda; şu gerçeğin hakkını vermek gerekir ki, bugün Suriye’deki yeni dengelerin oluşumunda Türkiye önemli bir aktör olarak sahada yer alma fırsatına sahiptir. Eğer göreli bir istikrar ortamı yakalanabilirse özellikle ülkenin çok ihtiyaç duyduğu yeniden yapılanma ve inşası konusunda en etkin durumdaki ülkelerden biri olabilecektir. Fakat elbette bunun için yapılması gerekenler vardır. Değilse bu fırsatlar daha büyük tehlikeleri beraberinde getirecektir. Soğukkanlı, rasyonel ve esnek bir hareket tarzıyla her türlü yeni gelişmeye hazırlıklı olunmalı, ikili ve çok yönlü uzlaşmaların sağlanabilmesi imkanı saklı tutulmalıdır. Zira Rusya ve İran’ın sahadaki değişim güzergahı, ikinci Trump döneminin etkisi ve ülkenin toprak bütünlüğünün sağlanması hedefinden uzaklaşılması bir çok farklı senaryolarla bizi karşı karşıya bırakabilecektir. Şimdi bu tespitler doğrultusunda kısa vadede şu adımların atılması düşünülmelidir; Türkiye muhaliflerden oluşan bir uluslararası konferansın öncülüğünü yaparak daha en baştan yeknasak, uzlaşmacı ve işbirliğine dayalı bir yönetim sürecine zemin hazırlayabilir. Suriye geçici hükümeti, milli koalisyon ve diğer sahadaki aktörleri bir araya getirecek böyle bir organizasyon dünyanın dikkatini de az önce bahsettiğim ilkelere ve sorumluluk alanlarına yöneltebilecektir. İster Azez’de, ister Şam’da ve hatta Gaziantep’te böyle bir tarihi toplantıya tanıklık edilebilir.

Suriye’nin toprak bütünlüğü, istikrarı ve kalıcı barışını esas alan bu yaklaşım tarzı elbette Türkiye’nin geniş sınır hattında konuşlanmaya çalışan terör tehlikesinden ayrı düşünülemez. Zira barış ve istikrarın tesisi, gerçekçi ve sürdürülebilir bir siyasal sistemin kurulmasıyla sağlanabilir. PKK-YPG terör örgütünün burada bir devletçik kurma hedefinin yerle bir edilmesi bu anlamda mutlaka atılması gereken adımdır. Suriye’deki halkların, Arap, Kürt, Türkmen ve diğer tüm etnik unsurların bir arada ve huzur içerisinde yaşaması da elbette terör örgütlerinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. Son gelişmelerle PYD-YPG terör örgütünün bu kaotik ortamdan istifade ederek Suriye’nin orta ve güney bölgelerinde Fırat’ın batısına geçmek suretiyle kontrol ettikleri alanı genişletme eğiliminde olduklarını göstermektedir.

‘PKK-YPG VARLIĞI GÖZ ARDI EDİLMEMELİ’

Türkiye’nin güvenlik kaygıları ve bu amaçla gerçekleştirdiği meşru askeri operasyonlar dikkate alındığında terör koridorunun kesip atılması ve sınır güvenliğimizin sağlanması mutlaka ama mutlaka gerçekleştirilmelidir. TelRifat ve Munbiç’in ardından nihai hedef tamamlana kadar tavizsiz bir şekilde bu kararlı duruş devam ettirilmelidir. Örgütün gelir kaynağını oluşturan ve zengin petrol yataklarının olduğu Deyrizor bölgesindeki PKK-YPG varlığı da göz ardı edilmemelidir. Tahminlere göre tüm Suriye’nin faydasına sunulması gereken yıllık 2.5 milyar dolar değerindeki petrol sadece bu bölgeden gasp edilmektedir.

Bununla birlikte Suriye’deki demografi değişimine daha fazla izin verilmeden ülkenin genelinde yaşanan göç hareketliliğini tersine çevirmek bir mecburiyet haline gelmiştir. Bu yeni dönemde bir oldubittiyle otonomi, federasyon ve benzeri yapılanmalara hız kazandırılması ihtimali, karşımızda duran en büyük tehlikelerden biridir. Savaş öncesi durum hatırlandığında Suriye’nin tüm şehirlerinin homojen olmadığı görülecektir. Şam da Halep de Lazkiye de böyledir. Hiç bir yapılanmanın Suriye içerisinde bir devletçik oluşturmasına izin verilmemelidir. Dolayısıyla sığınmacıların geldikleri yerlere dönüş yapmaları artık sadece Türkiye’nin demografik geleceği için değil Suriye’nin de toprak bütünlüğü ve yeniden yapılanması bakımında hayati bir önem taşımaktadır. Bakınız şuan ülkemizde bulunan Suriyelilerin yüzde 42’sinin Halep bölgesinden geldiği tahmin edilmektedir. Suriye içerisinde de bir göç hareketliliği yaşanmakta olduğu düşünülürse ki bilhassa İdlip’ten bu hareketlilik şu an yoğunlaşmaktadır hiç vakit kaybetmeden nihai dönüşleri esas alan bir duruş sergilenmelidir.

‘GERİ KABUL ANLAŞMASI SONLANDIRILMALI’

Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın dün kabine toplantısı sonrasında yapmış olduğu açıklamalar ve diğer yetkili makamların bu yöndeki değerlendirmeleri Suriyeli sığınmacıların geri dönüşü hakkında ciddi bir çalışma sinyali vermektedir. Bu çalışmaların olumlu netice vermesi gelinen aşamada milletimizin en büyük beklentilerinden biridir. Bu vesileyle tüm kurum ve kuruluşlarımıza bu kürsüden çağrıda bulunmak istiyorum. Suriyeli sığınmacıların güvenli, gönüllü ve onurlu dönüşleri için Türkiye uluslararası mekanizmalarla iş birliğini artırmalıdır. AB ile yapılan Geri Kabul Anlaşması sonlandırılmalıdır. Geri dönüşler için tüm imkanlar ve araçlar sonuna kadar kullanılmalıdır. Öncelikle ülke genelindeki kayıtlı sığınmacıların geldikleri bölgelere göre envanteri güncellenmeli, gerekirse hane hane kayıtlı sığınmacıların geri dönüş motivasyonları bizzat artırılmalıdır. Bir diğer önemli hususta geri dönüş yapmış olanların yeniden ülkeye girişlerine kesinlikle izin verilmemelidir. Eğer bu yapılmaz ise şuan olumlu bir seyir izlediği gözlenen dönüş mekanizması ciddi bir yara almış olacaktır.

Hal böyleyken mevcut durumdan dersler çıkararak koşullarımıza uygun yeni bir yasal düzenlemeye taşımamız gerekmektedir. Avrupa’yı örnek alacak olursak, Avrupa Birliği ülkelerinin geçici koruma yönergelerinde bir yıllık bir sınırlama ön görülmüştür ve ek altışar aylık süreyle iki yıla kadar ancak uzatabildiklerini görülmektedir. Biz de ise geçici korumanın ruhuna aykırı olarak bir sınır bulunmamaktadır. Onların sınırlama koyduğu yerde biz bunu neden ucu açık bırakıyoruz? İşte bu yüzden geçtiğimiz temmuz ayında 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılması için kanun teklifi verdik. Bu teklifle; geçici koruma süresi bir yıldır ve altışar aylık sürelerle en fazla iki yıl daha yani en fazla üç yıllık bir geçici koruma öngörülmektedir. Son yaşanan gelişmelerle birlikte dilerim kanun teklifi gündeme alınır ve yasalaşır. Ve son olarak mutlaka Ovaköy sınır kapısının açılması gerektiğini düşünüyorum.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir