Politik doğruculuk ve woke* tepkisi… Yeni sağ’ın nostaljisi: Trump’ın yanılgısı… ABD kültürünün çöküşü… Sol ‘Ben de varım’ diyor

İtalya’nın önemli düşün dergisi Rivista Studio’da çıkan makalede, “Amerika Birleşik Devletleri son yıllarda her şeyden önce Batı üzerindeki kültürel hegemonyasını kaybetti: Bunu sinema, televizyon ve edebiyatta görüyoruz; artık son 50 yılda olduğu kadar etkili değiller.” deniliyor. İlk belirtiler bir video klipte kendini gösteriyor. 2007 yılında Jay-Z, American Gangster albümünde yer alan “Blue Magic” single’ının video klibini çekti. New York sahnelerinde rap’in tüm klişeleri var; ama büyük bir fark kendini gösteriyordu: Taşınan bavullar dolar yerine, pembe 500 Euro’luk banknotlarla doluydu. En çok imrenilen nakit para birimi dolar değildi artık. Jay-Z’nin Euro’yu göstermesiyle birlikte ‘Amerikan gücünün düşüşünün ilk işaretlerinden birine tanık olundu’ diyebiliriz.

ANDY WARHOL SİMGE HALİNE GETİRMİŞTİ

Makalede ‘mavi büyü’ doların popüler kültür içinde sembol olmasında Andy Warhol’un, ABD’nin kendini yetiştiren adam sembolü Varyemez Amca’nın depozito için kullandığı doları bir sanat eserine dönüştürmesinin rolü olduğunun altı çiziliyor.

‘YUMUŞAK GÜÇ’ DÜŞÜŞTE

Siyaset bilimci Joseph Nye’ın “yumuşak güç” olarak adlandırdığı şey, zorlayıcı ve zorlayıcı fiziksel gücün aksine, artık hafife alınmıyor. Amerika Birleşik Devletleri 1945’ten bu yana fırsatlar ülkesi ve kendinden menkul “özgür dünyanın” ahlaki rehberi olarak görünmeyi -ve dolayısıyla öyle olmayı- başardı. Bu yumuşak güç bir süredir düşüşte. Artık Avrupa halkının gözünde, 1950’li yıllara, Roma’da Bir Amerikalı’daki Roma’da yaşayan genç Alberto Sordi’ye Amerikalı gibi giyinmeye, John Wayne gibi yürümeye, mısır gevreğini ketçapla yemeye çalışan bu gence öykünme arzusu yok.

15 YILDIR OSKAR YILDIZLARI DEĞİŞTİ

Eğlence sektörünün ayakları hâlâ Los Angeles’ın tepelerinde ve Midtown’un gökdelenlerinde sağlam dursa da artık, Amerikan Bayraklı ürünleri tek model olarak gören bir kültür dünyasının olmadığını söyleyen casuslar var. Son 15 yılda Oscar’a layık görülen filmlere baktığımızda Alejandro Iñárritu’dan, Danny Boyle’a, Michel Hazanavicius’tan Guillermo del Toro’ya, Yorgos Lanthimos’tan Alfonso’ya beğenilen Amerikan dışı yapımlar ve yönetmenler var. Cuaron ve ardından Kore “Paraziti”nden “Nomland’e kadar giderek daha fazla Asya varlığı görülüyor. Ve Oppenheimer’ın yönetmeni Christopher Nolan, Illinois’lu annesi hostes olduğu için, Amerikan vatandaşlığına sahip olsa bile, o hâlâ UCL’de eğitim görmüş bir İngiliz’dir. 2010’dan bu yana, en iyi yönetmen dalında yalnızca iki Oscar ABD’de doğan insanlara verildi: La La Land ile Damien Chazelle (yabancı ebeveynlerden) ve “Everything Everywhere All at Once” ile Daniel Kwan ve Daniel Scheinert ikilisinin paylaştığı ödül (ikinci Daniel’in ebeveynleri Asya’da doğdu). Son Oscar ödüllerinde, 2024’te, “En İyi Yönetmen” dalında ,kısa listede sadece bir Amerikalı vardı: 81 yaşındaki temsilcisi Martin Scorsese. Amerikalı Sean Baker’ın “Anora” filminin bu yıl Cannes’da Altın Palmiye kazandığı doğru, ancak 2004’teki Fahrenheit 9/11’den bu yana Amerika doğumlu bir yönetmenin filmi burada ödül kazanmamıştı.

AVRUPA’YI ÇILDIRTAN ABD’Lİ YÖNETMEN DEVRİ KAPANDI

Tarantino, Soderbergh, Lynch, Coppola, Altman ve Coen kardeşlerin Avrupa’yı çıldırtan günleri geride kaldı. ‘Berlin Altın Ayı’ ödülünü ‘Magnolia’nın kazandığı 2000 yılından bu yana, bir Amerikalı almamıştı. Filmlerdeki casuslar yetmezmiş gibi, yeni “Backstreet Boys” Koreli BTS, Japon Pokémon’lar “GI Joe’yu geride bırakırken, New York Times’ın seçtiği 21. yüzyılın en iyi kitabı bir İtalyan yazara ait: “Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım – Elena Ferrante. Listedeki ilk on kitabın sadece yarısı, Amerikalı yazarların kitapları. Ulusal kültür eliti bile, kültürel etkisinin azaldığını kabul ediyor.

TV’DE SES GETİREN DİZİLER: ABD TEKELİ KIRILDI

“The Bear” veya Succession’ gibi diziler veya HBO gibi ağları düşünürsek, TV’de hala küçük bir üstünlük var. Ancak son yılların en ses getiren dizileri arasında Kore yapımları “Squid Game “, İspanyol yapımı “La Casa de Papel” ve İngiliz yapımı “Fleabag” yer alıyor. Diğer oldukça başarılı ana akım diziler, Amerikalı olmasına rağmen, Amerikan olmayanların belirgin bir varlığına sahip. Örneğin Venezuelalı ‘Telenovela Juana la Virgen’den uyarlanan “Jane The Virgin”(Bakire Jane) veya Fransa’nın başkentinde geçen “Emily İn Paris”… Giderek daha az banliyö lise atmosferi, giderek daha az Amerikan mirasının ikonik mekanları, daha az ve daha az “Beverly Hills 90210”, “The OC” veya “Gossip Girl”… HBO işi kara komedi “White Lotus” gibi diziler ABD dışında çekiliyor olması da bir başka önemli ayrıntı.

KUTSANAN KAPİTALİZM ELEŞTİRİLİYOR

Birçoğu, açıkça politik ya da kararlı olmasalar bile, yıllarca ana akım durum komedilerinde günlük yaşamın tek paradigması olarak kutlanan ya da kanıksanan kapitalist modelin eksikliklerini, önceki 10 yıldan daha fazla gösteriyor (Friends’i, How I Met Your Mother’ı düşünün). Ve “The Robinsons” ve 1930’lara saygı duruşundaki “Happy Days”e geri dönebiliriz: Garantili mutlu sonlar, patlayan kariyerler, sürekli gelişen yaşam tarzları… “Stranger Things” gibi hiper-Amerikan bir dizi bile bir semptom haline geliyor… Geçmişin büyük başarılarının tembel devam filmleri gibi, bkz. Hayalet Avcıları… Çünkü her şey, ABD’nin dünya üzerinde büyük bir yumuşak güç olarak faaliyet gösterdiği bir döneme, 80’lere duyulan nostaljiyle ilgili. 2000’li yılların en etkili sitcom’u olan “The Office”, büyük şirketlerle karşı karşıya gelen orta ölçekli bir şirket çalışanının sıkıcı ve anlamsız hayatının bir eleştirisi, ofis hayatının paradoksal, cesur dinamikleri üzerine acımasız bir hiciv olarak hayata başladı. “The Americans” ilk bölümde hala görülebilen siyah perdeyi kaldırdı ve sezonlar geçtikçe, her şey daha iyimser hale geldi, sonunda herkes hayallerine ulaştı (Michael evleniyor ve çocuk sahibi oluyor, Dwight sevdiği kadını kazanıyor ve yönetici oluyor, Jim Pam ile evleniyor ve sevdiği bir iş bulmayı başarıyor). Bugün “The Office”in kurumsal dinamiklere yönelik daha eleştirel bir çağrışımı olacağını, içinde biraz daha post-Marksizm olacağını düşünebilirsiniz.

LİBERALİZM – KAPİTALİZM; DÜNYADAKİ ELÇİSİ ABD

Naomi Shihab Nye bir şair ve Texas State Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık profesörü The Atlantic Dergisi’nde sihrin nasıl yok olduğunu şöyle yazıyor: “Eğer bir devlet gücünü başkalarının gözünde meşrulaştırabilirse, daha az dirençle karşılaşır. Kültürü ve ideolojisi çekiciyse, diğerleri onu daha kolay takip edecektir. Dolayısıyla liberalizmi – ve kapitalizmi ve onu çevreleyen her şeyi – sorgulamaya başlarsak, onun ana temsilcisi, dünyadaki elçisi olan ABD’nin etrafındaki aura çöker. Bu sürecin pek çok nedeni var. Bazıları doğal, bazıları daha az doğal, bazıları kaçınılmaz, bazıları değil. Entelektüeller bunları aramış, küçük çöküşlerin işaretlerini adım adım tespit etmişlerdir. Entelektüellerin ilerlemedeki düşüşü tahmin etmekten daha çok sevdikleri bir şey yoktur. Günümüzün diğer düşünürleri Edward Gibbon’un, Roma İmparatorluğu’nun “Gerileyiş ve Çöküş Tarihi”ni yeniden okuyarak karşılaştırmaya değer tek imparatorluk olan Roma İmparatorluğu ile paralellikler arıyor. Yanılmazlık algısı çökerse, her şey çöker. Siyasette her zaman bir algı meselesidir.

SAĞI ELEŞTİREN KİTAP 80’DE YAZILDI: ŞİMDİ EN ÇOK SATAN

Allan Bloom ABD’nin önemli filozoflarından 1987 yılında “Amerikan Aklının Kapanışı”nı yazdı. Şimdi en çok satanlar listesinde yer alan kitap, daha sonra çağdaş sağın wokizm(ABD’de ortaya çıkmış sosyal adalet ve ırksal eşitliğe vurgu yapan hareketler için kullanılan bir şemsiye terim) olarak adlandırdığı şeye giden yolun ilk belirtilerini vurgulu bir eleştiriyle analiz ediyor. Bloom’a göre görecilik, artık eleştirel düşünceyi kabul etmeyen öğrencilerin zihinlerini kapatmaktadır. Genel ve kesin olmayan bir ‘uyanmış kültüre'(Woke Culture*) karşı mücadele, kendi kimliğiyle kriz yaşayan bir Amerikan sağının belirsiz ideolojik bayrağı haline gelmiş olsa bile – Trump muhafazakar değil, diyor eski muhafazakar Cumhuriyetçiler – Bloom’un sezgisi, yumuşak gücün düşüşünü anlamaya çalışırken göz ardı edilmemelidir.

(*)ABD’de eşitliği savunan siyahi aktivistler tarafından “woke” teriminin ilk kullanımını görmek için 1950’lere geri dönmemiz gerekiyor. Gazeteci-yazar William Melvin Kelley’nin 1962’de New York Times makalesinde açıkladığı gibi, “woke” (uyanmış) olmak siyahi bir Amerikalı olarak toplumdaki kendi yerinin farkında olmaya bir davet. Fakat bu kelime ana akım medyada yalnızca 2014 yılında, siyahi genç Michael Brown’un beyaz bir polis memuru olan Darren Wilson tarafından öldürülmesinin ardından Ferguson isyanlarıyla birlikte tekrar gündeme geldi.

UYANMIŞ SAĞ, UYANMIŞ SOL: LİBERALLERİN YENİ ÜRETİMİ

Bir zamanlar akademik hayata indirgenmiş olan şey ana akım haline geldi. Anti-sömürgecilik ve anti-kapitalizm, yarım yüzyıldır Avrupalıları baştan çıkaran ‘yumuşak gücün’ paylaştığı değerleri sorgulatıyor. Bugün Amerika’dan çıkan değerler, #MeToo gibi hareketlerde ve kendilerini doğuran sistemi eleştiren, politik doğruculuk kültürü gibi ahlaki rejim değişikliklerinde yer almaktadır. Kendini sorgulayan güç, güç olmaktan çıkar. Yabancı kurumlar ve entelektüeller bile, kültürel bir istila olarak nitelendirerek mesafe koyuyorsa, bu güç artık güçlü değildir. Macron gibi bir cumhurbaşkanı Elle dergisine verdiği bir röportajda “uyanmış kültürü”(Woke Culture) eleştiriyor ve Fransa’ya ithal edilmesini istemiyor; Marksist Slavoj Zizek “uyanmış solun” yıkıcı olduğunu söylüyor: Fransız sağının önemli jeopolitik dergisi Le Spectacle du Monde dergisi “Amerika’nın intiharı” başlığıyla bir kapak yayınlıyor. Hiç şüphe yok ki ‘farkındalık’, azınlıkların ve diğer bireylerin yaşam kalitesini artırabilir. Bu bir değer yargısı değil, daha ziyade onu besleyen ve yaymaya çalışan ülke üzerindeki etkisidir. Kimseyi gücendirmeyin, bu algılanan bir emirdir ve mağduriyetin kutlanmasıdır, kendi kendini yetiştiren adamdan daha fazlası değildir. Yapım şirketleri ve eğlence ürünleri buna uyum sağlayarak elçiler ve zamanla da kurbanlar haline geliyor. Gösteri dünyasının kademeli (Çin) ya da ani (eski SSCB) ihracıyla birlikte, her şey sadece Amerikalı banliyö sakinlerine değil, herkese hitap etmek zorunda.

LİBERALİZMİN PANZEHİRİ VAR

Eğer birileri gücenir ve bir fırtına ya da boykot başlarsa, bu büyük ölçekli ekonomik kayıplara yol açabilir. Amerika eskiden sürücü koltuğundaydı, Afganistan’daki Bush gibi dünyaya ve yaşam biçimine dair fikirler ihraç ediyordu. ancak şimdi, başkalarına uyum sağlamak zorunda, çünkü liberalizminin yerini alan fikirlerde onun sağlamlığını yok eden virüs var.

KENDİ KENDİNİ GÜLDÜRÜYOR

Kuyruğunu kovalayan bir kedi gibi, eğer ürünler artık yüksek kalitede değilse, kültürel güçleri daha da azalır. Amerikan komedileri artık komik değil, çünkü herkesi güldürmek istiyorlar… Ve bugün gülmek için platformlardaki stand-up örneklerini izlemeniz (bu yüzden sahne komedisi yeniden canlanıyor, çünkü herkesi memnun etmek istemiyor) ve South Park gibi açıkça sistem karşıtı dizilere geri dönmeniz gerekiyor. Çünkü sadece niş bir kitleyi güldürmek istiyorlar. Amerikan stand-up’ı, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, sıklıkla üretkenlik karşıtı ironi ya da sosyal ağ toplumunun saçmalıkları üzerine oynuyor ve herkes neredeyse ısmarlama bir takım elbise gibi kendisine uygun komedyeni bulabiliyor. Bu koroya vaaz vermek gibi bir şey. Herkes kendi konfor alanını buluyor.

TRUMP: BİTEN BİR HİKAYENİN ALDATMACISIDIR

Öte yandan ‘yeni sağ’ın kendisi de nostalji içinde yaşıyor. Trump’ın sloganından kaynaklanan tüm propaganda düşüşün tanınmasıdır. ‘Make America Great Again’, ülkenin bir zamanlar harika olduğu ama artık olmadığı anlamına geliyor (gerçi ne zaman olduğunu da bilmiyorlar). Çay Partisi ve alternatif sağın popülizmiyle parçalanan bugünün Cumhuriyetçi Partisi, seçmenlerine altın çağın sahte ve hayali melankolisiyle oynuyor. 18. yüzyıl bayrakları yeniden moda oldu, Reagan kutsallaştırıldı (ama politikaları değil) ve cumhuriyet ve demokrasi fikirleri artık başkanlık rolü için gerekli değil. Geçer görüş, bizi uçurumdan çekip çıkarmaya yardımcı olacaksa ‘yarı diktatörlük’ bile kabul edilebilir. The Newsroom dizisinde viral olan bir sahnede Jeff Daniels’ın canlandırdığı karakter şu soruya cevap vermek zorundadır: “Amerika neden dünyanın en büyük ülkesidir?” Diyor ki: “Değil. Ama bir zamanlar, bir şeye inandığımız için.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir