Şiddet, arzu ve ölüm ekseninde Lanetli Ekmek

Tenin ellerinde

ete dönüştü(1)

“Kabuğu tırnaklarıyla didikledi. İçimdeki karanlık, bir parça ekmeği alıp zorla dudaklarının arasına, ağzına ta boğazına kadar sokmak istedi.” (s.49) Şiddetin yemek yemek ile ilgisi nedir? Ya da arzunun şiddetle? Yemeğin arzuyla peki? Ve bunların hepsinin kadın bedeniyle? Sophie Mackintosh ilk romanı Su Kürü ile 2018 yılında Man Booker Ödülü’ne aday gösterilen genç bir yazar ve 2024’ün sonuna yetiştirilen Püren Özgören çevirisiyle Can Yayınları’ndan çıkan Lanetli Ekmek isimli kitabında bu soruların peşinden gidiyor. 1951 yılında bir kasabada zehirlenme vakası görülür. Tüm kasabayı etkileyen bu vakanın neden olduğu ya da kim tarafından yapıldığı hiçbir zaman öğrenilmez. Mackintosh da bu olaydan yola çıkarak oldukça tekinsiz bir anlatı sunar okuyucuya. Kasaba halkından fırıncının karısı Elodie’nin ağzından dinleriz olanları. Yazar bize bu zehirlenme olayını kitabın başında ve direkt olarak vermez. Okudukça küçük ipuçlarıyla bir şeylerin ters gittiğini sezeriz. Bu sezdirme hali kitaptaki tekinsiz atmosferi giderek arttırır. Zaten Sophie Mackintosh’un diğer iki kitabında da (Su Kürü ve Mavi Bilet) aynı atmosfere alışığızdır. Bu yazarın tarzı olarak kitaplarında karşımıza çıkar. Yazarın bu üç kitabında da mevsim ne olursa olsun hep bir soğukluk hissederiz. Örneğin Lanetli Ekmek 1951 yılının ilkbaharında geçer, hava sıcaktır. Ancak yazarın sunduğu atmosfer öyle ürperticidir ki buz gibi bir kış gününü düşündürür okuyucuya. Distopyaya yakın tarzda yazdığı romanlarındaki bu soğuk atmosfer belki de onun kısa zamanda dünyaca okunan bir yazar olmasına sebep olmuştur. Çünkü kitaplarını okuduğumuzda “Mackintosh atmosferi”nden bahsedebiliriz artık.

Lanetli Ekmek, Sophie Mackintosh, Çevirmen: Püren Özgören, 192 syf., Can Yayınları, 2024

Su Kürü ve Mavi Bilet kitaplarında olduğu gibi distopik anlatımı yine cinsiyet rolleriyle birlikte sunuyor yazar. Bu anlamda Margaret Atwood’a yakın duruyor. Su Kürü’nde erkeklerden uzak tutulan kızları arzu ve şiddet ekseninde okumuştuk, Mavi Bilet’te ise doğurganlığın “piyango” gibi birilerine çıkması üzerine bir anlatı kurmuştu. Burada ise daha çok iki kadın üzerinden – Violet ve Elodie- arzuyu, tutkuyu, kıskançlığı ve arkadaşlığı okuyoruz. Elodie ve kocası kasabanın fırınını işletirler, Violet ve kocası ise kasabaya dışarıdan gelmişlerdir ve adamın elçi olduğu söylenmektedir. Tüm kasabanın gözü Violet’in üzerindedir, kıyafetleri, takıları, yaşamı merak konusudur. Elodie ise daha farklı şeyleri merak eder. Violet ile elçinin bir davetleri esnasında onları yatak odalarında izler örneğin ve elçinin şu sözlerini duyar “Şu fırıncı. Onunla düzüşmek mi istiyorsun?” (s.35). Bu soru kitap boyunca sık sık Elodie’nin aklına gelir ve bir başka soru daha eşlik eder “neden ben değil de o”. Burada Elodie’nin arzulanmak istenen bir kadın olduğunu anlarız yavaş yavaş. Çünkü kocası ona hiç dokunmuyordur, kitap boyunca kocası tarafından reddedilişini de okuruz. Elçinin sorduğu bu sorudan sonra konuşma devam eder “Adama nasıl baktığını gördüm (…) Ekmeğe nasıl baktığını gördüm.” Bu cümle ile yazarın arzu, seks ve yemek yemek üzerine bir ilişki kurmak üzere olduğunu anlıyoruz. Bu kurulan ilişki kitabı okurken iki farklı kitaba daha götürüyor okuyucuyu; Margaret Atwood’un Evlenilecek Kadın kitabı ki orijinal adı Yenilecek Kadın’dır. Diğeri ise 2024 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü de alan Han Kang’ın Vejetaryen isimli kitabı. Bu iki kitapta da kadın bedeni ve et yemek üzerinden bir sorgulama yapıyordu yazarlar. Özellikle Vejetaryen’de bu sorgulamaya şiddet de eşlik ediyordu. Mackintosh kadın bedeni ve et yemeyi bu kadar keskin bir çizgi ile bağlamasa da ekmek ve arzunun şiddeti, şiddettin arzusu üzerinden bir tartışmaya gidiyor. Nitekim feminist ütopyalar, barış yanlısı vejetaryen bir yaşam için beslenme aracılığıyla genişletilmiş cephenin eleştirisini canlandırır.(2) Bu şiddetsiz bir dünyanın arzusudur aynı zamanda. Elodie hem Violet ile hem de elçi ile ilgili düşler kurmaya başlar, kendini sık sık onlarla hayal eder. Yazar, yine böyle bir anı yemek pişirme üzerinden verir “Tencerenin kapağını açtığımda et pişmişti, buhar salıyordu. Eti dilimlerken elçiyle otel odasındaki buluşmamızı hayalimde canlandırdım.” (s.138) Yazarın burada seçtiği imgenin et olması şaşırtıcı değildir, bedenin o ilkel arzusunu pişmiş et üzerinden verir. Çünkü bu imgede arzu, açlık ve şiddet vardır. Tam da yazarın yaratmak istediği atmosferdir bu. Sonrasında gelen Elodie’nin kurduğu şu cümle de bir önceki imgeyi destekler niteliktedir “Kocam beni hiç öpmeyen ağzıyla çiğniyor, çiğniyordu.” Cinsel arzu ve et ile olan ilişkiyi bir başka yerde Violet üzerinden de verir yazar. Violet, Elodie’ye kasabın ona nasıl davrandığını anlatırken “şehvetle, kanlı ellerini onunkilere değecek kadar yaklaştırdığını” söyler. Elodie sonra şöyle devam eder “Adam hiç eldiven takmazdı çünkü etin ona teslim oluşunu, her özel amaçlı kesimin ağırlığını ve yoğunluğunu hissetmek istiyordu. Hayvana saygımdan demişti kocama mesleklerini kıyaslarken. Ellerinin arasında tuttuğu şeyin, bir zamanlar kendi dünyasında yaşayan bir canlı olduğunu idrak etmek için.” (s.124)

Kitabın konusunu okuduğumuz zaman oldukça hareketli bir kitapla karşılaşacağımızı düşünüyoruz. Olaylar birden başlayacak ve devam edecek gibi geliyor. Ancak kitap boyunca kasaba halkındaki değişimi, çeşitli tuhaflıkların ortaya çıkmasını yavaş yavaş okuyoruz. Yazar olayları kesinlik içinde anlatmıyor. Elodie’nin Violet’e yazdığı mektuplar üzerinden az çok anlıyoruz neler olduğunu. Elodie’nin artık kasabada olmadığını, Violet ile görüşmediğini ama hala aklında o yaşananların olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda kitabın başından itibaren bir söz daha duyuyoruz “ekmeği yersen ölürsün”. Bu sözün tekrarlanması okuyucuya her an ortaya çıkacak bir başka olayın varlığını hissettiriyor. Ama bunun ne olduğunu anlayamıyoruz. Sadece bir bölümde elçinin fırıncıya ekmeklerin daha güzel olmasını sağlayacağını söylediği bir karışım verdiğini okuyoruz. Tutkusuz görünen fırıncının bu karışımı kullanıp kullanmamakta kararsız kaldığını görüyoruz. Ama bundan başka ipucu da vermiyor yazar. Ölen atlarla karşılaşıyoruz, kendini ateşe atan bir gençle ya da kilisenin penceresinden atlayan bir adam ile. Ancak bunların neden olduğuna dair bir izlenim sahibi olamıyoruz. Üzerinde de durulmuyor gibi gösteriyor Mackintosh. Bu tarz bir anlatım şekli anlatıya daha da tekinsiz bir hava katıyor, çünkü bir şeyler olmasını bekliyoruz ve bir türlü olmuyor. Daha doğrusu beklediğimiz şiddette gerçekleşmiyor olaylar. Biz daha çok Elodie’nin arzularını okuyoruz kitap boyunca. Violet ve elçi ile kurduğu hayalleri, onları birlikte arzulamasını. Elçinin Violet ile olan cinsel gerilimini hissediyoruz. Bu anlamda arzu ile şiddetin nasıl bir arada kullanıldığına Elodie’nin gözünden şahitlik ediyoruz. Bir mektubunda Violet’e şöyle yazıyor “Kocan sana fırına yaptığı ziyaretlerden hiç söz etti mi? Belki bunu bir sır olarak sakladı, belki de buna beraber güldünüz, belki de bu onun için öylesine önemsizdi ki anında unutup gitti. Benim anımsadığıma göre, cildim onun ellerinin altında bir hamura dönüştü.” (s.134) Elodie’nin bu sözlerinde aralarındaki cinsel gerilimi, psikolojik şiddeti yine beden ve yemek üzerinden okuyoruz. “Ekmeği yersen ölürsün” sözünü de sık sık hatırlıyoruz bu anlamda.

Sophie Mackintosh, diğer iki romanında olduğu gibi Lanetli Ekmek isimli son romanında da tekinsiz bir atmosfer sunuyor okuyucuya. Bunu yaparken de şiddetin ve arzunun, seksin ve ölümün etrafında dolaşıyor. Tüm bunları ele alış şekli ise okuyucuya kitabı elinden bırakmak istemeyeceği bir deneyim sunuyor. Her şey mahvolmadan önce.


NOTLAR:

(1) Işık Sungurlar, Orada Kimse Olmayacak, www.edebiyatdaima.com

(2) Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, çev. G. Tezcan, M.E. Boyacıoğlu, 2013, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.253.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir