Sıleymane Zerdeşt: Yalnız, göçmüş bir kuş

Erdem Özgül’ün Unutulmuş Ataların Gölgesi (2023) adlı öykü kitabı bir başınaları anlatır. Kopuk bağların bağsız da durabileceğini gösteren bir kitaptır. Birbirinden farklı geçmişleri, karanlığı/aydınlatılmamışı, acıyı, kavuşmayı dile getirir. Farklı azınlıklar ve ülkelerden gelen mülteciler, işçiler tek bir kitapta birleşir; okur tek merkezden çok merkezliliğe doğru yol alır. Birbirine karışan farklı halkların karakterleri bir başınalığı unutur, bizler de onları takip ederiz.

Rastlaşılan yollarda kesişen hayatlar Anadolu’nun ezgilerini hatırlatır. Anadolu’ya sığmaz/sığdırılmaz bir türlü; göçle, sürgünle İsviçre’nin dağlarından, Viyana’dan dökülür satırlara. Özgül, yurdundan uzaktakileri yurduyla buluşturan karakterler ile hikâyelerini kurar. Tehcir edilenleri, mültecileri, Avrupa çevresinden gelen işçi göçmenleri, Afrikalıları, köyünü terk etmek zorunda kalanları merkezine alır. Yeni gittikleri ülkeye uyumlanmaları diş ve tren metaforuyla çizilir. Gölge olanları, bu coğrafyada yitip gidenleri, az anlatılmışları anlatır. Konu edinmek için malzeme olarak kullanmaz, kardığı toprakta bulduklarını gün yüzüne çıkarır; geçmişin yüküyle, güzelliğiyle melezleştiğimizi, komşuluğumuzu, farklı ülkelere uzanan yeni ‘yabancı yoldaşlıkları’ kendinden ötesine bakarak dile getirir.

Unutulmuş Ataların Gölgesi, Erdem Özgül, 144 s., Dipnot Yayınları, 2023

Nasıl mı? “Sıleymana Zerdeşt’in Tuhaf Ezidiliği” adlı öyküsünde Türk Konsolosluğu’nda iki farklı Ezidi’nin yolları kesişir. Zerdeşt’in kamburu ile Ararat görünür satırlardan. Kambur benzetmesini bir dağ ile yapmak, bu coğrafyada hayli oturur yerine. Ararat Ermeni, Kürt, Süryani ve dahasının dağıdır, hepimizindir/hiç birimizindir bir yanıyla. Üstelik karakter o denli gerçekçi çizilmiştir ki, muhakkak siz de görmüşsünüzdür onlardan hayatınızda birkaç defa. Şöyle yazar Özgül: “Bir büyük kalabalığın, gürültünün, gevezeliğin içinde o kadar yalnız, o kadar ait olduğu yere göçmüş bir kuş ki Sıleymane Zerdeşt, insanlar, onu anlamayan, dilini bilmeyen, hatta dilinin insanlarını asimile etmeye azimli insanlar, dinini çembere alıp yok etmeye yeminli devlet memurları, sivil vatandaşlar, sessizleşiyorlar.” Fark ederler onun diğerlerine benzemediğini, yokluğunun insanın içine boşluk bıraktığını.

“Tanpınar’ın Huzur’una tepkiden doğdu belki de benim öykülerim. Rum erenlerinin yüzü bir görünüyor, pir kayboluyordu romanda. Ama Rumeli’nde ‘Bu nasıl olur?’ diye takıntıyla sorduğumu hiç unutmuyorum. Diğer yandan gölgeler güç verir insana, el alırsınız gölgenin sahibinden,” diye anlatır Özgül röportajında. Yalnızca Türk edebiyatını okumaz, başka edebiyatları da merak eder. Örneğin Hagop Mıntzuri ilgisini çeker. 1914’te bademcik ameliyatı olmaya Erzincan’dan İstanbul’a gelen ve 1915’te tehcir edilen dört çocuğu, karısı, annesi ve dedesinden bir daha hiç haber alamayan bir yazar. Onun yaşadıklarını anlamak, anlatmak istemiştir. Tehcir edilen ve hiç haber alınamayan insanların gölgesi onu sürüklemiştir peşinden.

Seksenlik Sıleymane Zerdeşt genç dostuyla, Şah ve yeni rejime direnişte önemli rol oynayan dostu, komutanı, Kürt öğretim görevlisi Abdurrahman Qassimlo’nun vurulduğu evi ziyaret eder. Demem o ki, gölgelerin peşi sıra kendilerini orada bulurlar. Üzerinden yıllar geçmemiş de yerde yatıyormuş gibi kaldırmak, konuşmak ister Zerdeşt dostuyla. Beklemediğimiz anda öyle bir sahne yaratır ki Özgül, gerçek, tarihin içinde aktörünü canlandırır, tarihi yeniden yazmak ister âdeta. Dahasını yapmak ister Zerdeşt, yaşına bakmadan doktorun karısını ziyaret etmeyi diler. Aslında Zerdeşt sanki ömrünü buna adamış bir adam gibi geldi bana. Yitirdiklerini hatırlayan, ziyaret eden bir kuş gibi. Eşelediği toprağı başka toprakla karan, karıştıran, bizi melezleştiren biri. Bir de Hagop Mıntzuri’nin gölge kişilerine ulaşabilseydik; hiç savaş, sürgün olmasaydı.

“Dünyanın Her Yeri Ararat” adlı öyküde yine ömrünün son demlerinde olan, İsviçre’nin dağlarında tanışılan 1930 yılında ölen arkadaşlarını gömmüş bir Ermeni ile çıkarlar karşımıza. Tek bacağı yoktur, şeker hastasıdır, çikolata fabrikaları ona koca bir bacak borçludur. İyi kalpli doktorlar onun bacağını kesmişler. Dağda kızakla dolaşır. Adımlarını elinden alan doktorundan yine de nefret edemez bu Doğulu adam. Başa bela Ararat, İsviçre’den bile görünür. Ararat’a hayran, nereli olduğu mühim olmayan yazar-anlatıcımız İsviçre’nin gümrüğünü, ötesindeki evleri, suları şırıl şırıl akan dereleri pek beğenmez. Belki çikolata fabrikası, bacağın yokluğu yüzünden sevemez. İsviçre’nin dağında, Frances Montagnes’de ana babasının toprağına, Ararat’a hasret, Kürtleşmiş ama yine de ölümden kurtulamamış Ermenilerin dili, kalbi olur. Bir bakıma arkeologluk yapar yazar. Toprağı eşeleyen bir kuş misali, Sıleymane Zerdeşt gibi, gizli hazinelerle buluşturur okurlarını.

“Sen Benim En Eski Arkadaşımdın” Levon’a atıfla yazılmış bir öyküdür. Mihemedo’nun ve arkadaşlarının cansız bedenleri soğuktan traktör römorkuna yapışır. Ablası, Mihemedo’nun yanına gidip gözlerini kapatmak istediğinde, kirpikleri kırılıp parmaklarının ucunda kalır. “O soğukta halam ağlıyor, gözyaşları kardeşinin göğsüne düşüyor, o dakika bir cam parçasına dönüşüyor, düşüp parçalanıyordu. Kadınlar halamı Mihemedo’nun başından aldılar. Gözyaşlarının buzdan birer çiviye dönüşüp amcamın gövdesine saplanmasını görmeye dayanamıyorlardı.” Bu tasvir şaşırtıcı derecede İsa’yı akla getirir. Mihemedo’nun bedeninin, bulunduktan sonra buzdan kristale dönüşmemesi ve ona zarar veren ablasının gözyaşından dahi korunmak istenmesi söz konusudur. Varlığına son veren 1980 askerî darbesi, yokluğunu dahi ailesine vermeyecek kadar kimsesizleştirmiştir Levon’u. Dili, inancı değil sadece varlığı, yokluğuna karışıp kimsesizler mezarlığını çoğaltmıştır. Ölüye, bedenine, kemiklerine duyulan hasret, kavuşma anı, saygı Mihemedo’nun bedeninin imkânıyla dile gelir.

“Yanık Sular” adlı öyküde bu kez üç kuşağı içine alan tarihin sayfalarında dolaşırız. Usta Hagop Mıntzuri’nin ailesinin başına gelenler gibi sözü geçen ailenin üç kuşak öncesi Munzur’un yanık sularında gölge, sır, kayıp olur. Lâl olmuş ailenin suskunluğu yine ailede çözülmek zorunda kalır. Bir çeşit geçmişini aydınlatma, kimliğini bilme, tarihini anlama gibidir bu öykü. Ancak verilecek bir hesap ortada yoktur esasında. Yok edilenin hesabını aile kendine/ailesine nasıl verebilir? Bu nedenle zordur tarihini anlatması, anlaması. “Buranın havası her zamanki gibi dumanlı oğul, bir zaman daha gelme, orada işine gücüne bak. Paranı, pulunu da kendine sakla, bize gönderme, üç günlük dünya ne olur ne biter, bilemeyiz.” Gurbete okumaya, çalışmaya giden birini korumak için gölge oluş, sır, daha o zaman başlar. Bu kez ev tutup ailesini İstanbul’a getirmek isteyen oğula, baba şu cevabı verir. “Tarlalarımız yerde, hayvanımız, sapımız sapanımız var, acele etme ben sana yazacağım.” Yerini yurdunu bırakmak öyle kolay mıdır? Dersim tertelesinden hemen önce verilen bu cevap göçmen olmamak, kaçmamak için ölümü yeğlemiş olmaları anlamına mı gelir? Ölüm hiçbir zaman yaşama yeğlenecek güçte bir şey olamaz. Belki kaçıp göçmeyenin tek gayesi toprağında gömülüp, sularında akmaktır. Herkes Sıleymane Zerdeşt gibi uçan bir kuş değildir, terk edemez evini. Kaçımızın anneannesi, büyük dedesi yaylasını, ovasını, dağını bırakıp da göçmen bir kuş olmuştur? Tehcir edilmeyen, köyü yakılmayan, öldürmeyenlerin dışında.

Özgül ilk öykü kitabıyla sesi az duyulanların sesi olmayı tercih etmiş bir öykücü değildir sadece; tarihçidir, arkeologdur biraz da. Zaten yazar olmak böyle bir şey değil midir? Tarihi eseri bozmadan özenle kazıp süpürerek gün ışığına çıkarmak gibi. Kendi sürgünlüğünü sürgün/göçmen olan herkesin yaşadığıyla birlikte tarihsel düzlemde kavrayıp hikâyelere döker. Kitap bu toprakların birbirine karıştığını, melezleştiğini, azınlık gerçeğiyle merkezlerin çoğaldığını göstermiş, bu coğrafyanın hikâyesini birleştirebilmiş, ülkesini terk etmek zorunda kalan diğer ‘yabancı’lara da az çok bakabilen özgün bir çalışmadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir