Yüzyıllık Yalnızlık’ın 1 Ocak 1959’da gerçekleşen Küba Devrimi’nden ilhamla ortaya çıktığını hiç düşündünüz mü? 11 Aralık 2024’te Netflix’te dizi olarak gösterime giren başyapıt Yüzyıllık Yalnızlık’ı birkaç ay önce okudum ve Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in 1982 yılında yaptığı “Latin Amerika’nın Yalnızlığı” başlıklı Nobel konuşmasının da etkisi altında kaldım. Bu konuşma, eserle paralellik taşımakla kalmaz; kıtadan taşarak dünyanın sömürülen, yoksullaştırılan, üçüncü dünya ülkelerinin sesi olur.
Uruguaylı yazar Mario Benedetti, Edebiyat ve Devrim: Latin Amerika Üzerine Denemeler adlı kitabında, 1959’dan sonra Küba’da gerçekleşen devrimi şaşkınlıkla karşılayan Avrupalıların devrimin yansımalarını sanat ve edebiyat alanında da izlediklerini; Küba edebiyatıyla ilgili her dilden antoloji ve kültür dergilerinin çıktığını anlatır. Kübalı yazarlar devrimle birlikte pek çok dile hatta lehçeye çevrilmeye başlanır. Bununla da yetinilmeyip Avrupa, geri kalan Latin Amerika ile de ilgilenmeye başlar. Böylesi bir ilgi Latin Amerikalı yazarlar için âdeta bir fırsata dönüşür. Kolonyal ve emperyalist egemenlik altındaki ülkelerin umutlarının ölmediğini, yalnızca uykuya daldıklarını fark etmelerine neden olur.(1) Devrim, yazarlara sorunun ne düzeyde olduğunu ortaya koymakla kalmaz; yeni konular, geleneksel konuların bir aradalığı ile yeni bir düzenle ortaya çıkar.
1960’ların ilk yıllarında Küba’dan sonra Latin Amerika romanının uluslararası sahnede edebiyatta devrim yaratarak patlama yapmasına boom akımı denir. Benedetti, bu dönemde yazarlar tarafından geçmişin şimdiki zamanın ışıklarıyla aydınlatıldığını, dönemin umulmadık öğrenme süreçlerini harekete geçirdiğini; tüm kıtaya yayılan kıtasal coşkunluğun gerçeğin gittikçe zenginleşmesini sağladığını ifade eder.(2)
Carlos Fuentes, Julio Cortázar, Mario Vargas Llosa gibi yazarlar üst üste romanlar çıkarır. Márquez biraz geç kalmış gibi görünse de Latin Amerika tarihinin en önemli ve ünlü romanı, Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yılda tamamlar ve 1967’de yayımlar. Ancak romanı yazmak için on beş, on altı yıl düşündüğünü belirtir. Márquez çocukluğunun geçtiği Aracataca’yı Macondo adıyla ele alarak Buendia ailesinin, yapılan bir büyü sonucu akraba evliliği nedeniyle yüz yıl süren bir lanetle yaşamalarını konu edinir. Liberallerle muhafazakârlar arasında yaşanan savaş anlatılır, arka planda gerçekleşen tarihî muz katliamı vardır.
Gelenek devrimle birlikte yapılanır; her ne kadar bu dünyayı Márquez kendi icat etmemişse de Miguel Ángel Asturias Rosales ve Alain Frédéric Carpentier’ın 1920 ve 1940 yılları arasında yaptıklarını bir paradigma haline getiren kişi olur. Márquez’in ilk eserleri ‘modernist’ olsa da, devrimci bir eser olan Yüzyıllık Yalnızlık başka bir edebî anlayışa yani ‘postmodernist’ romana örnek oluşturur; bu durumda ‘postkolonyal’ veya ‘üçüncü dünya’ romanı şeklinde de tanımlanabilir.(3)
Edebiyatta da devrim gerçekleşir; politika ekonomiyle, kültür dinle iç içe girer; edebi türler kendi arasında karışmaya başlar.(4) Benedetti’ye göre; devrim yolunu seçmiş ve bu nedenle sistemi temelden sorgulamayan solcu bir yazarın kendisini ve o zamana kadar ürettiği her şeyi de sorgulaması gerekmektedir. Çünkü kendi yapıtları da o fark etmeden, emperyalizmin etkisi altına girmiş olabilir. Yazar kendi bireyciliğini de sorgulamalı, ünlü ‘acı’sını bir kez de gün ışığında gözden geçirmelidir.(5)
Küba Devrimi’nden on sekiz gün sonra Márquez gazeteci kimliğiyle -Latin Amerikalıların çoğunda olduğu gibi Márquez’in de çok yönlülüğü söz konusudur; ressam, şair ve gazetecidir de- Havana’ya gider ve devrime yakından tanık olur.(6) Márquez, Benedetti’nin betimlediği gibi ‘acısını gözden geçirmek için’ zamana ihtiyaç duymuştur. Devrimi anlamaya çalışmış, acısını tarihsel, kültürel, dilsel, mitik ve dinî, derinden sorgulamış ve Yüzyıllık Yalnızlık’ı ortaya çıkarmıştır.
İngiliz eleştirmen Gerald Martin Gabriel García Márquez’e Giriş adlı kitabında Márquez’in kâinatın ve insanlığın soyut maddiyatı üzerine şecere ve kimlik meselelerini de eklediğini, bu iki kavramın Latin Amerika’nın on dokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki esas sorunsalını meydana getirdiğini söyler.(7)
Márquez’in kıtanın biyolojk kaderini olmasa da kendi kimliğini aradığı aşikârdır. Nobel konuşmasından bir alıntıyla yalnızlık konusuna girmek istiyorum. “İsveç Akademisi’nin dikkatini çekenin, bu büyük ölçekli gerçekliğin sadece edebi ifadesi değil kendisinin olduğunu düşünüyorum. Yalnızca kâğıt üzerindeki bir gerçeklik değil, içimizde yaşayan ve her gün sayısız ölümü belirleyen bir gerçeklik, acı ve güzellikle dolu doyurulamaz bir yaratıcılığı besleyen gerçeklik, şans eseri olarak seçilmiş avare ve nostaljik bir Kolombiyalı’nın sadece bir sayı daha fazla olduğu yaratıcılığı. Şairler ve dilenciler, müzisyenler ve peygamberler, savaşçılar ve alçaklar, bu dizginsiz gerçekliğin tüm yaratıkları, bizler, yalnızca birazcık hayal gücü istedik çünkü hayatî meselemiz hayatlarımızı inanılır kılan geleneksel araçların yokluğuydu. Bu, sevgili dostlarım, bizim yalnızlığımızın özüdür.”(8) Márquez, pek çok Latin Amerikalı yazar gibi yalnızlıkla savaşmış ve belki bir adım daha öne geçerek ‘yalnızlık’ı eserinde ölümsüzleştirmiştir.
Peki nedir bu yalnızlık? Sömüren ülkelerin halkları yoksullaştırmakla kalmayıp yalnızlaştırması mı? Hayatlarını, hayal gücüyle gerçekliğin keskinliğinden kurtarmaya çalışarak yaşanılabilir kıldıkları türden bir yalnızlık mı?
Martin, Avrupa, Asya ve ABD’nin aksine Latin Amerika’nın dünyada kendine bir türlü yer edinemediğini, Afrika kıtasının dahi Latin Amerika’ya nazaran küresel kültür piyasasında daha belirgin bir kimlik edinebildiğini kaydeder. Yine Martin Avrupalı bakış açısıyla şunu söyler: “Tipik Latin Amerikalı aile kendi iç ve dış çelişkileri tarafından yıkılmıştır, yani şehvet, ensest, açgözlülük, aptallığın yanında bencillik, benmerkezcilik ve yalnızlık bağımlılığı, üstüne bir de tarihin alametlerini okuma becerisinden yoksunluk yüzünden ailenin kendi iç ve dış çelişkileri tarafından yıkıldığını dile getirir. Yüzyıllık Yalnızlık ve Latin Amerika tarihi böyle bir okumaya imkân vermektedir.”(9) Bana kalırsa aile, Martin’in söylediği sebepler yüzünden yıkılmamıştır; bireyler doğdukları gibi öleceklerdir de. Sevgi/aşk, keşfetme, çalışkanlık, yaşlılık ve hastalıktan sonra ölüm kaçınılmazdır. Martin’in bu tespitine cevabı belki de Márquez’in Albaya Mektup Yok (ilk yayın 1961) adlı uzun öyküsünde bir karakter başka bir karaktere şöyle derken verir: “Avrupalılar için Güney Amerika bıyıklı, gitarlı ve tüfekli bir adam. Problemi anlamıyorlar.”(10)
Dünyanın genelinin aksine bu kıta imparatorluk değildi, başka imparatorluklar ve devletler tarafından dört yüz yıl sömürüldü ve hâlâ sömürülmeye devam ediyor. Márquez’in başarısını takdir eden İsveç Akademisi, yani ‘Batı’ ve dünyanın geri kalanının Kolombiya başta olmak üzere, Küba ve geri kalan Latin Amerika’yı kendinden ayrı tutmadan anlayıp anlamadıkları çelişkisi hâlâ ortadadır. Acaba Türkiye’deki okurlar için aynı şey söz konusu mudur? Ülke ülke dimağımızda pek yer etmemelerine karşın Latin Amerika kıtasının edebiyatı ile tanışıklığımız gerilere uzanır ve basit bir sempatinin ötesinde önemli bir okur kitlesine haizdir.
Martin, büyük çoğunluğa göre kitabın sonunun şaşırtıcı derecede kötümser olduğunu söyler.(11) Burada da Martin’e katılmadığımı belirtmeliyim. Okur olarak sadece sona mı odaklanmalıyız? Yüz yıla yayılan bir anlatı en başta yaşamı var etme çabası; ölüm ise onun neticesinde şekillenen doğal bir son değil midir zaten? Márquez de kitabının arka kapak yazısında romanı büyük dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan insanlar tanıdığını çünkü onlara hayatlarında yeni olan hiçbir şey anlatmadığını, kitaplarında ‘gerçekliğe’ dayanmayan tek bir satır bulamayacaklarını söyler.
Bunlarla beraber Martin önemli bir detayı aktarır. Márquez’in hedeflediği, daha ‘kültürlü okur’larının Latin Amerika’nın problemini -tarihî yalnızlığını- anlayacağı, romanın sonunu yapıbozumsal bir okumadan geçirebilecekleri, sonra başa dönüp aynı şeyi kitabın kalanına uygulayabilecek olmalarıdır.(12)
Tarihini tanımayanlar aynı tarihi tekrarlamaya mahkûmdur; romanın merkezindeki tarihî olay, Macondo’daki muz işçilerinin Kolombiya devletinin ordusu tarafından Kuzey Amerika şirketinin hissedarları adına katledilmesidir. Bu tarihî katliam 1928’de Ciénaga’da gerçekleşmiş ancak Márquez uzun bir süre kendi kasabasında gerçekleştiğini sanmıştır. Okuyucuyu labirentin sonundaki ışığa ulaştıracak olan şey proleter mücadele temasıdır.(13) Eserin ardındaki tarihi gerçekliği bilince eser açık ve anlamlı hâle gelir. Márquez’in anlatmak istediği ‘gerçeğin’ dizide ne kadar sunulduğunu hep beraber göreceğiz.
NOTLAR:
(1) Mario Benedetti, Edebiyat ve Devrim: Latin Amerika Üzerine Denemeler, çev. Nesrin Oral, (İstanbul: Belge Yayınları, 1995) s. 25, 26.
(2) A.g.e., s. 27.
(3) Gerald Martin, Gabriel García Márquez’e Giriş, çev. Emrah İmre, (İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2017), s. 80.
(4) Edebiyat ve Devrim: Latin Amerika Üzerine Denemeler, s. 28.
(5) A.g.e., s. 35.
(6) Gabriel García Márquez’e Giriş, s. 71.
(7) A.g.e., s. 30.
(8) https://birikimdergisi.com/guncel/764/nobel-konusmasi-latin-amerikanin-yalnizligi
(9) A.g.e., s. 86.
(10) A.g.e., s. 87.
(11) A.g.e., s. 86.
(12) A.g.e., s. 87.
(13) A.g.e., s. 87.