Yalnızlıktır denizin tek yasası,
Aşkın altın yasasıdır o.
(Melih Cevdet Anday)
Zaven Biberyan (1921-1984) çağdaş Ermenice edebiyatının en önemli isimlerinden biri. Türkiyeli ve sosyalist bir Ermeni olması ve yazdıklarının Türkiye Ermenileri için dönüm noktası olan olay ve dönemleri içermesi nedeniyle de ayrı bir önem taşıyor. Aras Yayınları bundan birkaç yıl önce yazarın “Meteliksiz Aşıklar”, “Yalnızlar” ve “Karıncaların Günbatımı” adlı romanlarıyla “Mahkumların Şafağı” adlı öz yaşam öyküsünü yayımlamıştı. Okuyucunun daha önce “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adıyla tanıdığı “Karıncaların Günbatımı”nın sansürüz özgün halini Aras Yayınları 2019’da yeniden basmıştı.
Geçtiğimiz günlerde Zaven Biberyan külliyatında bu sefer öykü türünde bir eser ilk defa Türkçe yayımlandı. Yazarın 1940’lardan 1960’ların başına kadar yazdığı öykülerinden bir kısmını içeren “Deniz” (Ermenice özgün adıyla “Dzovı”) adlı eseri Natali Bağdat’ın çevirisiyle okuyucuyla buluştu.
1961’de Getronagan Lisesi’nden Yetişenler Derneği tarafından basılan ve 2017’de yeniden yayımlanan kitap nihayet Türkçe basıldı. 12 öykünün yer aldığı “Deniz” farklı ülke ve şehirlere uzanan yolculuğuyla dikkat çekiyor.
Biberyan’ın Deniz’deki ilk öyküsü “Anarşist Değilmiş” Bulgaristan’da geçiyor. Kızını “anarşist” diye anılan Petko’ya vermek istemeyen tutucu bir babanın iç dünyası etrafında bir toplumun bakış açısı anlatılıyor. Bir yanıyla da bu topraklara özgü olduğunu yakından bildiğimiz politik dışlamanın (“Anarşist adama kız vermem!) komşu coğrafyalarda da aynı tonda olabildiğini görüyoruz. Öykünün 1946 tarihinde yazılmış olduğunu da belirtelim.
Yazarın “Burunsuz Kadriye” öyküsü ise 1950’lere dair bir İstanbul manzarası sunuyor okuyucuya. Son Saat, Gece, Dakka adlı akşam gazetelerini boynunda karton bir kılıfla dağıtan bir çocuk yayınları çığırarak dağıtmaktadır.
BİBERYAN’IN ÖYKÜLERİNDEKİ ÇOK DİLLİLİK VE ŞİİRSELLİK
İskele ve etrafının tenhalaştığı bir vakitte taze balık satmaya çalışan bir balıkçı. İskele içinde ve dışında müşteri arayan “Burunsuz Kadriye” ve onu dışlayan insanlar. Biberyan, bu öyküde epeyce şiirseldir. Karanlık, ıslak, yağmurlu bir atmosferde çaresizliğin içinde dayanışmaya dair satırlar da aktarır. Balıklarını satamayan balıkçı ve Burunsuz Kadriye’nin konuşması kürklü, paltolu, şık iskarpinler ve “Borsalino” şapkalı insan manzaraları içinde karanlık ve ıslak atmosferin içindeki umuttur.
Biberyan’ın öykülerindeki çok dillilik de dikkat çeken bir diğer unsur. Ermenice yazılan bu öykülerde bazı olgular asıl dillerinde yer alıyor. Çevirmen, bu orijinal metindeki gibi aktarmaya özen göstermiş ki bu yöntem sayesinde öykülerdeki renkli dünyayı görebiliyoruz. Özellikle “Jülyet’in Beşliği” öyküsünde Türkçe, Arapça, Fransızca, Ermenice dilleri birbirine karışır. Öykü, Fransız hakimiyeti altındaki Lübnan’da geçiyor. Burç Meydanı öyküde kendini gösterdikten sonra manzara şöyle anlatılır:
“Filistinli göçmenler, terlerini kendilerine yorgan yapıp sokaklarda sabahlayan evsiz barksız insanlar, zırhlı araçların, tankların, jandarma kamyonlarının ve karakolun yakınlarından kaçmış, Asur’a ve başka yerlere gelmişlerdi.” (s. 61)
BİBERYAN’IN KOMŞU COĞRAFYALARA DAİR İZLENİMLERİ DE BUGÜNE TAŞINIYOR
Bir dönem Lübnan’da yaşamak zorunda kalan Biberyan’ın başta Beyrut olmak üzere bu bölgeye dair yazdıklarıyla, aslında komşu coğrafyalara dair de bir hafızayı bugüne taşıdığını söylemek mümkün.
Yazarın coğrafya ve insan ilişkisini sınıfsal ve kültürel yönüyle verdiği en güçlü öykülerinden biri “Zigana Uslu Dursun”dur, diyebiliriz. Zigana Geçidi’nde küçük bir kulübeye gelen bir kızaklı yolcunun yola devam edemeyeceği fikri diyaloglarla verilir. Ancak, diyaloglar ilerledikçe Karadeniz coğrafyasının ağaları, köylüleri, askerleri teker teker sadelikle kendini gösterir. Öykü boyunca Biberyan’ın Zigana kişileştirmeleri çarpıcıdır:
“İğneyle kuyu kazılıyorsa, Zigana da kürekle temizlenir”, “Zigana’ya emanetsiniz”, “Zigana’nın cevabını duyuyor musun?”, “Zigana’nın esiri olmuşuz. Bir dağı bile zincire vuramıyoruz,” ve öyküye adını veren “Ne olur uslu dursun, onlar geçene kadar uslu dursun şu Zigana”.
Biberyan’ın yaşamının geçtiği şehirlere, ülkelere uzanması pek doğal. Ancak bunların içinde “Babasının Oğlu” adlı öykü bize yazarın öğrencilik yıllarına dair ipuçları veriyor. Çamlıca’da bir okulda bir öğrencinin Katolik ve ayrıcalıklı bir aileden olmayışının getirdiği ayrımcılık konu ediliyor. Okul müdürü karşısında yer yer kararlı, yer yer çekingen Armen’in “Ortodoks olarak doğdum, öyle de öleceğim” cevabını içinden geçirmesi öyküde en çarpıcı bölümlerden biri.
DENİZ BİR CEZAEVİ ÖYKÜSÜ
Yine bir İstanbul, ama daha çok Mahmutpaşa görüntüsü içeren “Yürekler Arındığında” ise semtteki çok kültürlü işportacı esnafını resmediyor. Bir alışverişe aracılık eden bir Rum, ortaklık eden iki Ermeni esnaftan komisyon ister. Sahag bunu kabul etmezken ortağı Raffi daha ılımlıdır. Sonuçta, kalbi kırılan Rum, ağlayarak yanlarından ayrılır. İki ortak daha sonra o günün Rumların Paskalyası olduğunu anlar ve Rum’un gerçekten paraya ihtiyacı olduğunu düşünerek ağlarlar.
Kitaba adını veren “Deniz” bir cezaevi öyküsü. Ermenice bir eserde Türkiye’nin 1950’li yıllarından bir cezaevi anlatısına rastlamak önemli. Öyküde idam mahkumu Boşnak ve yolsuzluktan tutuklu olduğu anlaşılan Kaptan arasında geçen diyaloglar öne çıkıyor. Kaptan, Boşnak’a sürekli denizi anlatır. Onun denizi anlamasını ister. Dışarı çıkınca ona denizi gösterecektir. Oysa Boşnak idam beklemektedir. Kaptan’ın tesellisi onun için yeterli değildir. Buna rağmen Kaptan, her zaman mutluluk getirmeyen denizden söz eder. Deniz, bir çile ve tutkudur.
Yer yer yazarın Kaptan’ı susturup denize dair kendisinin anlatıyı devam ettirdiğini görürüz. Her iki anlatıda da Melih Cevdet Anday dizeleri gelir aklımıza. Kaptan’ın ağzından dinleyelim:
“Dört mevsim, yirmi dört saat onunla yaşaman lazım. Sana ne diyorum, deniz eziyettir. Uzaktan görürsün, seni çağırır. Gitmesen üzülürsün. Gitsen, yine gitmek istersin. İçindeyken ona özlem duyarsın. Çıkmak istemezsin ama mümkün değildir. Öldürür. Sen bilmezsin denizin ne olduğunu.” (s. 145)
Öykünün düğümü de, Kaptan’ın deniz anlatısı da, Boşnak’ın idam kararının onanmış olmasıyla bağlanır. Kaptan artık denizi anlatmaz. Boşnak’tan insanları anlatmasını ister: “Yüreklerini… bana yüreklerini anlat insanların, Boşnak.”
KURKJİAN’DAN SONSÖZ YERİNE BİBERYAN DEĞERLENDİRMESİ
Kitabın sonsözünün Harutyun Kurkjian’a ait olduğunu belirtelim. Kurkjian, “Zaven Biberyan’a Dair” adlı kapsamlı değerlendirmesinde romancılığı ve öykücülüğü arasındaki farkları anlatır. Biberyan ve eserleri arasındaki otobiyografik bağı anlamak için epeyce derli toplu bir yazı. Diğer yandan Biberyan’ın öykücülüğüne dair yapılacak epeyce bir araştırma olduğunu da Kurkjian’ın verdiği bilgilerden öğreniyoruz.
“Deniz”in ilk defa 1961’de basıldığını belirtmiştik. İlk baskının kapak resmi de Biberyan’a ait. Elimizdeki Türkçe çevirinin kapağını Aret Gıcır hazırlamış. Yine de Biberyan’ın çok yönlü sanatçı kimliğini daha güçlü hatırlatması adına kapakta onun 1961’de çizdiği resmin yer almasının daha yerinde olduğunu düşünüyorum.
Biberyan’ın öykülerini Türkçede görmek, bu topraklarda yetişmiş ve Türkiye’nin siyasi ve edebi hayatında yer etmiş bir kalemi hatırlamak, dönemin edebiyat ortamı ve çok kültürlü tarihinin izlerini sürmek açısından çok önemli. Bu tür çalışmalar Biberyan’a dair çok yönlü okumaların da önünü açacaktır.
*Gazeteci-Yazar