‘Çocuklarımızın önünde birbirimize olan aşkımızı gösteririz, çekinmeyiz’

Posted by

Bergüzar Korel’i önce sohbet için görüntülü arıyorum. Yeni karakterine hazırlanmak için  kuaförde. Çok samimi, etrafındaki bütün koşturmaya rağmen tüm soruları cevaplıyor. Ardından çekim için buluşuyoruz. Kariyerinin büyüklüğüne rağmen ego ona uğramamış. Uzaktan mesafeli bulanlar olabilir ama tanıyınca görüyorsunuz, alakası yok, gülüşü ve samimiyeti içinizi ısıtıyor. Ve her zamanki gibi çok güzel. Başlıyoruz muhabbete…

◊ Seni bugün kuaförde yakaladım. Her canlandırdığın karakterde saçların değişiyor. Yeni bir karakter ortaya çıkarırken saçlar senin için kilit noktalardan biri mi?

Ben karakteri dıştan içe yorumlamam. Bir karakteri okur, sonra onu hayal ederim. Kafamdaki hayali eğer yönetmenim, yapımcım ve ekibim de onaylarsa birlikte bir karakter ortaya çıkarırız. Mesela ‘Binbir Gece’de Şehrazat’ın saçını sürekli örmesinin sebebi çocuğunun kanser olması ve kadınlığını önemsememesi, kuaföre gidecek zamanı olmamasıydı. ‘Vatanım Sensin’de zaten sıfır makyajdım ve saçıma bir şey yapmıyordum. ‘Düğüm’deki kadın bambaşkaydı, sarı saçları tercih ettim, bence çok güçlü bir renk. Televizyon kimliklerine baktığımızda da mesela Esra (Erol) çok yakın arkadaşım, öyleler. Bunu denemek istedim. Önce çok tepkiyle karşılaştım ama sonra çok iyi olduğunu gördüm.

◊ Bu sefer motivasyonun neydi?

90’lı yıllarda aslında küt saçlar moda. Ama canlandırdığım Zuhal karakteri ekmek bayisi olan bir kadın, kalkıp da saçına fön çekecek, kuaföre gidecek, saçını boyatacak zamanı yok. O dönem herkesin yaptırdığı bir perma var. Benim saçım da zaten orijinalinde de dalgalı, kıvırcık. En doğru ve doğal saçın bu olacağına karar verdik.

◊ ‘Annem Ankara’nın jeneriğinde 90’lara ait tüplü televizyonlar, eski teypler, elma şekerleri, kablolu telefonları görüyoruz. Peki, 90’lar dendiğinde sen neler hatırlıyorsun?

Aklıma Nişantaşı’ndaki sobalı evimiz ve halıfleksli odam geliyor. Soba koridorun ucundaydı, evin en sıcak yeri orasıydı. Banyodan çıktığımızda o sobanın yanı başında saçımızı kurutur, yatardık. Aynı jenerikteki gibi mavi bir teybimiz vardı ve 90’lar dendiğinde en net aklıma gelen şey Nilüfer ve şarkıları.

◊ Nilüfer’den favori şarkın hangisiydi?

‘Söyle Buldun mu’ hatta annem, tam nakarat kısmı var ya, “Uzun zamandır hasret kaldım yüzüne”, orada sesini açardı. Bir de ‘Mor Menekşe’. Hâlâ dinlediğimde burnuma o odanın kokusu geliyor.

◊ Tekrar 90’larda yaşamak ister miydin?

Çok isterdim. 90’lar dendiğinde aklıma gelen her şey içimi acayip bir özlemle dolduruyor.

◊ Sil baştan her şeyi yaşayacak olsan yine de mi isterdin?

Bütün zorluklara ve güzelliklere, her şeye rağmen evet, isterdim. O zamanlar mutlu muyduk, değil miydik onu bile düşünmüyorduk ki, çocuksun ve mutlusun. 90’larda hayattan gelen her şeyle mutlu olmayı bir şekilde öğrenmişiz.

◊ Karakterin adı Zuhal. Geride kalan demekmiş. Dizide bu karakterin adı gibi yaşadığı söyleniyor. Bergüzar da ‘yadigâr olarak bırakılan kıymetli şey’ anlamına geliyor. Sen ne kadar adınla yaşadın?

İsmimi hep çok sevdim. “Babamın anneme yadigârı” derdim. Ayrıca hayattaki yegâne isteğim de çocuklarıma güzel yadigârlar bırakmak. Onların çocukluğunu hep mutlu şekilde hatırlamalarını anneleri olarak çok isterim.

◊ Dizide “Aile neymiş” diye bir soru soruluyor. Sen üç çocuğun ve eşinle büyük bir ailenin parçasısın. Sana aile ne ifade ediyor?

Aile benim için memleket gibi bir şey, ailem neredeyse benim memleketim orası. Hayatımdaki her şey; eğlence, huzur, çatışma… Ailenin üstünde veya önünde, daha önemli olan bir şey yok. Ailem sağlıklı ve mutlu olduğu sürece kendimi her şeyi yapabilecek güçte hissediyorum.

‘SON DERECE SAKAR, POT KIRAN BİRİYİM’

Bir ara Londra’ya temelli yerleştiğiniz söylendi. Bildiğim kadarıyla bir ayağın zaten hep buradaydı. Oraya gitme motivasyonunuz neydi aslında?

Oraya gitmemizin en büyük sebebi büyük oğlumuzun eğitimiydi. Zaten sık sık gidiyorduk, bir de bunu denemek istedik ama senedeki günleri saydığında ben Londra’daki altı ayımı bile dolduramamışım, altı aydan fazla buradaydım. Çocuklarımızın okulu orada olduğu için çocukların başında genelde ben duruyordum, Halit gidip geliyordu.

‘Annem Ankara’ dizisi sana o dönemde mi geldi?

Evet, BKM’nin CEO’su Zümrüt (Arol Bekçe) çok yakın arkadaşım, bir ayağı Londra’da ve çok sık görüşüyorduk. Bir gün Zümrüt ve menajerim Ayşe (Barım) bana geldiler, bir tiyatro oyununa gidecektik. Ayşe “Müthiş bir Ankara işi” dedi Zümrüt’e, ben de orada duydum. Birkaç gün geçtikten sonra senaryo bana geldi. Ama çocuklar ve hayat temposu içinde anaakıma bir iş yapmam çok zordu.

Fikrini ne değiştirdi?

Hikâye. Bir senaryoyu okurken yarıda bırakıp arada yemeğe gidiyorsam ya da çocukları okuldan alayım, akşam okurum diyorsam, o doğru iş olmuyor. Ama ‘Annem Ankara’ senaryosunu elimden bırakamadım. Dört bölümü yollamışlardı, hepsini hemen okudum ve menajerimi arayıp “Ayrıntıyı konuşmaya gerek yok, ben bu işte olmak istiyorum” dedim.

Neydi seni bu kadar çarpan?

Çok klişe gelecek ama gerçek olması. Tabii anaakım işlerin alıştığımız bir matematiği var: kimseye eyvallahı olmayan, güçlü, hatasız kadın gibi şeyler. Ama beni Zuhal’de en vuran şey,  yaşadığı tüm acılara rağmen komikliğini ve hayatla dalga geçmesini hiç bırakmaması oldu.

Zaten seni ilk kez komedi nüansları da olan bir karakteri canlandırırken izliyoruz…

Zuhal benim 20 yıldır oynamayı arzu ettiğim bir karakterdi.

Yıllardır tanışıyoruz, belki rollerinden, belki fiziksel olarak daha mesafeli ve soğuk bir duruşun var gibi algılanıyor. Aslında komik ve cana yakın bir kadınsın…

Evet, beni tanıdıkça seversiniz lafının karşılığıyım. Çok uzun yıllar, “Soğuktur, kesin çok serttir” falan dendi. Sen beni tanıyorsun, kendimi anlatmak çok sempatik gelmiyor. Ama aslında hayatla, en çok da kendimle dalga geçerim. Son derece sakar, pot kıran biriyim. Bir restorana gittiğimde yan masadakilerle de sohbet ederim, gülmeyi çok severim. Tek tahammülsüz olduğum konu saygısızlık ve cüretkârlıktır.

‘KİMSENİN AYAKKABISINI GİYMEDEN KİMSENİN HAYATI HAKKINDA YORUM YAPMAMAYI ÖĞRENDİM’

Zuhal karakteri uzun zaman, belli aralıklarla kocası tarafından aldatılıyor.
Bir süre bunları affediyor ve sonunda dayanamıyor. Sen Zuhal gibi olsan aldatılmayı affedebilir miydin?

Ben büyük cümleler etmemeyi öğrendim. Hayat bu; çok acayip, ne yaparım, ne ederim bilmiyorum. İnan bunu teybi kapatıp Hakan olarak sorsaydın da ben sana yine “Bilmiyorum” derdim. Tabii çok kırıcı bir şey ama Zuhal’le Hasan’ın birbirlerine içleri gidiyor. Yani elinden tutsa yine Zuhal onunla gidebilir, ben onun kadar affedici olmayabilirim. Daha gençken öyle yaparım, böyle yaparım gibi laflarım vardı ama artık kimsenin ayakkabısını giymeden kimsenin hayatı hakkında yorum yapmamayı da öğrendim.

Sosyal medyayı aktif kullanıyorsun. Gündeme dair şikâyetçi olduğun ya da hoşuna giden şeyleri yazıyorsun. Bu sebeple çokça linçlenip eleştirildiğin oldu. İçinden geçenleri söylediğine pişman oldun mu hiç?

Bu sadece bana özel bir şey değil, tüm dünyada böyle. Ben herkese açık bir platforma bir şey koyuyorsam, şikâyet de edemem. Ama bir şekilde kendimi korumayı öğrendim. Sanırım şu var; benden mi yoksa yazı dilimden mi kaynaklanıyor bilmiyorum, yazdığım bir şey bambaşka anlaşılabiliyor. Hissettiğim şey, o yazıdaki bir virgülü bile eksik koyduğunda hissedilmiyor. Burada çuvaldızı kendime de batırmak istiyorum, ara ara arşivi açıp bakıyorum paylaştıklarıma, “Ne gerek varmış, bunu da söylemeseydim” dediğim şeyler de oluyor. Ama bire bir diyaloga geçtiğimde, laf söyleyen kişiler de beni anlıyor.

Öyle iletişime geçiyor musun?

Evet, mesela özellikle deprem zamanı her mesaja cevap verdim, çok aktif kullandım, sosyal medyanın çok yararını da gördüm. Biri sürekli bana küfrediyordu, “Ablacım bana böyle diyorsun ama çok üzülüyorum, neden böyle yapıyorsun” dediğimde, “Bergüzar Hanım, bizim de sinirlerimiz bozuk, öyle demek istemedim” cevabıyla karşılaşıyorum. O yüzden artık insanları da anlıyorum.

Neden böyle olduk?

Dünya çok değişti, hepimiz çok hassasız, sosyal medya sayesinde her habere çok
kolay ulaşır olduk, o kadar sinirimiz bozuluyor ki ben artık kızamıyorum. Ama tabii benim de çizgilerim var.

‘GERÇEKTEN ÇOK SIRADAN YAŞAYAN BİR AİLEYDİK’

Yıllardır Türkiye’nin en önemli kadın oyuncularından biri olmak nasıl bir şey? Bunun zorluklarını yaşadın mı?

Bence her meslekte kadın olmak artık zorlaştı. Bir yandan çok daha güçlendiğimizi düşünüyorum, artık çok daha fazla el ele ve omuz omuzayız. Bir yandan da biz güçlendikçe zorlukların da aynı oranda arttığını düşünüyorum. Ama çok büyük bir farkındalık var. Soruna gelirsem, şimdi “Hakan onu çektim, bunu çektim” dersem yine o linç tetiklenecek. Fakat şunu söyleyebilirim; 23 yaşında bu mesleğe girdiğimde şoka girdim, hakikaten çok şaşırdım.

Neden?

Tamam, benim annem, babam oyuncu ama gerçekten çok sıradan yaşayan bir aileydik. ‘Sıradan’ meslekler yapan arkadaşlarımın ailelerine göre bile çok daha kapalı ve tutucu bir ailede büyüdüm. Dolayısıyla ben sanıyordum ki evet, ünlü olacağım, herkes beni tanıyacak ama ben mesleğimi yapacak, evime geleceğim. O noktada tabii herkesin hayatımı merak ediyor olmasıyla karşılaştım. Bir de biz daha sert bir dönemde ünlü olduk. Sosyal medya yok, peşimde daha çok kameralar… O yüzden genç bir insan olarak zordu ama sonra yolunu buluyorsun. Sonuçta bunu da ben seçtim. Sürekli şikâyet etmek bana göre değil. Huzurla bu işi yapabiliyor olmak, mutlu çalışabilmek ve bir şey üretmek… Bunlara minnet duyuyorum.

 

‘ANNE-BABA OLMAYI SEVGİLİ OLMAKTAN DAHA ÇOK SEVDİK’

Ali 14, Han 4 ve Leyla 3 yaşında. Bir çocuğun ergenlik döneminde, ikisi bebek. Aralarında bu kadar yaş farkı olması bir anne olarak seni zorlayan bir şey mi?

Han ve Leyla ikiz gibi büyüyorlar. Annelik olarak da her şeye sıfırdan başladım. 10 sene sonra tekrar sil baştan. Hem bedensel hem zihinsel olarak yoruluyorum ama aşırı mutluyum, şikâyetim yok. Ali de tabii gözbebeğimiz.

Ali’yle nasıl bir ilişkiniz var?

Ali’yle ilgili hep çevremiz, arkadaşlarının aileleri o kadar güzel şeyler söylüyorlar ki, benim için en büyük zenginlik ve mutluluk bu. O çok kendini bilen bir çocuk. Çok derin, bütün özel hayatını rahatlıkla konuşabildiğimiz, aynı zamanda çok çatıştığımız, çok güldüğümüz bir diyaloğumuz var. İlk kez bu işte setime geliyor. Ekiple de çok iyi anlaşıyor.

Titiz ve detaycı bir kadınsın, evde üç çocukla delirmiyor musun?

Titizim ama onlara takılan bir anne değilim. Benim net kurallarım vardır, şımarıklık ama çocukça şımarıklıktan bahsetmiyorum, saygısızlık, terbiyesizlik, bunlara tahammülüm yok. Yoksa çocuklarımın mutluluğu her şeyden önemli. Hiçbir zaman “Şu notu alacaksın, dersini çalış” gibi şeyler yoktur bizde, “Sorumluluğunu al, sorumluluğun sana ait” derim.

Aşk üç çocuktan nasıl etkileniyor?

Biz çocuklarımızın önünde birbirimize olan aşkımızı gösterir, çekinmeyiz. Her zaman onların önünde birbirine sarılan, birbirini öpen bir çift olduk. Fikir ayrılıklarımız olduğunda da onlardan gizlemedik. Hep gördüler. Hatta bazen konuştuğumuzda Han şaşkınlıkla baktığında “Bunlar olur, biz birbirimizi çok seviyoruz” diyoruz. Ama bahsettiğin şeyi anladım; aşk hep var ama başka bir şeye dönüşüyor.

Neye dönüşüyor?

O diğer yarın oluyor. Hayat arkadaşın artık senin. Aynı zamanda biz anne-baba olmayı da çok sevdik. Bence zaman zaman anne-baba olmayı sevgili olmaktan daha çok sevdik. Çocuklarla çok eğleniyoruz ve çok mutluyuz. Bu bizim ilişkimizi daha da eğlenceli ve mutlu hale getirdi.

Şimdi Halit’le aşkın hangi halini yaşıyorsunuz?

Aşkın olgunluk hali. İkimizin de çok sakinleştiği, rahata erdiğimiz, daha durgunlaştığımız, çok daha huzurlu bir halindeyiz.

‘EN BÜYÜK KORKUM, EVE GELENİN AÇ KALMASI’

Bir kahve dükkânı açmıştın. Çok güzel kurabiyeler vardı. Sen de yapıyordun… Instagram’da görüyorum, devam ediyorsun.  Yeni keşiflerin
var mı?

Yemek yapmayı çok seviyorum. En büyük korkum, eve gelenlerin aç kalması. Hiçbir şey olmazsa kahvaltı hazırlarım. Yeni tarifleri de paylaşıyorum zaten.

İki tane albüm çıkardın. Sonra müziğe ara verdin. Yeni bir proje gelir mi?

İlki Sezen Aksu şarkılarıydı, ikincisi de benim sevdiğim şarkılardı. İkisini de Aykut Gürel’le yaptım. İkincisi şanssız bir döneme, pandemiye denk geldi. Dizide de şimdi her bölümün şarkıları olacak. Üçüncü albüm var mı dersen hiç böyle bir şey konuşmuyoruz ama bir anda Aykut Bey’i ararım, “Şarkı söylemek istiyorum” derim, “Gel yapalım” der ve yapabiliriz.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir